Cuma, Aralık 22, 2006

la viguela





dışarısı soğuk ve içerisi sıcakken, gotan project dinlemek gibisi yokmuş meğer.


bir martıyla göz göze gelebilirsin ama elinden akşam yemeği yedirmek o kadar kolay değildir. üstelik buz gibi bir rüzgar esmektedir ve ellerinde eflatun renginde bir eldiven vardır. önce onu çıkartmalısın. bırak ellerin üşüsün.


bu şehir, biraz da ellerinin üşümesi demek. ve dik yokuşlardan çıkarken nefessiz kalmak. alışmalısın.


ne diyordum, con el cantar se consuela. evet.

Salı, Aralık 12, 2006

bir kez daha olmayacak

marketten çıktığımda elimde içinde kocaman bir şişe kırmızı şarap olan bir poşet vardı. yılbaşı gecesi yaklaştığı için, marketteki bir çok üründe indirim yapmışlardı ve ben gözüme sadece bu şarap şişesini kestirmiştim. elbette şişeyi açmak için yılbaşı gecesini beklemeye hiç niyetim yoktu. köşeyi döndüm. oturduğum eve doğru yürüdüm. apartmanın kapısının önünde durdum ve çantamdan anahtarları bulmak için epey bir cebelleştikten sonra nihayet anahtarlardan mavi olanını deliğe soktum. tam çeviriyordum ki, bir anda anahtarlar değişti. kapı değişti. apartman değişti. sokak değişti. yaşadığım şehir değişti.

belki de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

en sevdiğim insanlar birer birer giderlerken uzaklara, bir kez olsun, ardımda kimseyi bırakmadan gitmek istedim ben. ama en çok güvendiğim, en çok tanıdığım, en çok sevdiğim insanı bırakıyor gibiyim şimdi; kendimi.

ikea'dan alınan yeşil koltukların ve beyaz kitaplığın, bol kedili bir sokaktan geçerek ulaşacağım evimin, iki şehir arasında otobüste geçip giden saatlerin, eve hatun atan ev arkadaşının, eve erkek atan ev arkadaşının, umutların, hayallerin, velhasıl yeni bir hayatın tam kıyısındayım ve aşağıya düşebilirim. korkuyorum elbette ama kendime her zamankinden fazla güveniyorum.

çünkü ben, size benzemiyorum. sizin gibi değilim.

bir kez daha olmayacak.

Cumartesi, Kasım 25, 2006

les mots et les choses

ağzınızdan çıkan sözcüklerin ya da aklınızdan geçen düşüncelerin ya da bedeninizden yansıyan hareketlerin farkında mısınız? bir ucunda ''mutluluk'', diğer ucunda ''acı''nın yer aldığı bir skala üzerinde gidip geliyorum sayenizde. tam ortasında, ''umursamıyorum'' var. bakın işte orada. ve ben ''umrumda bile değil.'' diyorsam, gerçekten öyledir. yani gerçekten umrumda değildir. ne yazık ki, aynı şeyi, ''mutluyum.'' ve ''acıdan geberiyorum.'' için söyleyemeyeceğim.

çok çok eski zamanlarda, kendini prenses sanan bir prenses yaşarmış. bu prensesin aslında loreal'in son çıkan boyasıyla boyanan sapsarı saçları ve fotoğraflarda ne kadar rötuşlanırsa rötuşlansın bir türlü düzgün çıkmayan bir burnu varmış. ve her prenses gibi kocaman bir köpek beslermiş evinde. çünkü her prenses gibi başına bir şey gelmesinden korkarmış. oysa ki prensesin köpeği körmüş. yani zaten prensesi hiç bir tehlikeden kurtaramazmış. nitekim bi gün, salak prenses, aynı zamanda götü de kocamanmış ama giydiği o kabarık eteklerden anlaşılmıyormuş elbette, bankaya annesinin hesabına para yatırmaya giderken, köşebaşındaki bir serseri yolunu kesmiş. ''ya paranı ya götünü?'' demiş prensese. prenses bir kaç dakika düşünmüş ve ''pi= 3,14'' demiş. bunun üzerine koca göbekli pis serseri, prensese aşık olmuş. gökten bir bok düşmemiş. gökten elma düştüğü nerde görülmüş canım? siz de anlatılan her masala inanıyorsunuz ama. çocuk gibisiniz.

evet, orada öylece dursanız bile, bana dokunuyorsunuz.

yine de, ölmenizi istemem. hiç kimse ölmesin. prenses bile.



Perşembe, Kasım 23, 2006

begining for beginners

nerden başlasam bilemiyorum?

belki martılardan. evet evet. martılar. sabah, günün ağarmasına bir kaç dakika kalmışken, yattığım yataktan bağırışlarını çok net duyduğum martılardan. ne var? sabah oluyor işte. bunda bu kadar abartacak bir şey göremiyorum ben. ah, ya da son bir kaç haftadır, odamdaki tuhaf kokudan başlamalıyım. tam şu an oturduğum yerde daha kuvvetli geliyor. masanın altına baktım mamafih bulamadım. çok hafif, çok zor farkedilebilir ama farkedildiği anda bir daha kurtulunması ve dikkate değer bulunmaması veya unutulması imkansız olan bir koku. kötü değil, ama güzel de değil. belki bir peri ölmüştür, bilemiyorum.

nerden başlasam?

ne kadar uzaklaşırsam uzaklaşayım, hatırlatacak bir şeyler çıkıyor işte. bir sözcük belki. bir müzik ya da. en fenası da bir insan. ne kadar çok ortak tanıdığımız varmış meğer. bilmiyormuş ayağına yatıyor bazıları. aptal bir kadını oynamak bir zamanlar hoşuma gidiyordu. ama artık gitmiyor. ''ah, yoksa sen..yani o'nu? yani siz?....'' hepinizin canı cehenneme! bir ölünün arkasından kimseyi konuşturacak değilim.

sadece gülümsüyorum. hatta ayna karşısında sabahları yeteri kadar çalışınca, yüzüme ''çok mutluyum'' ifadesi bile verebiliyorum. böylece insanların ''nasılsın?'' yerine ''iyi misin?'' diye sorarak beni çileden çıkarmalarına fırsat vermiyorum. ''ah, çok iyiyim.'' ne? ne bakıyor salak salak yüzüme? haaa tamam. sıra bende. şimdi de ben sormalıyım. özür dilerim. umrumda olmayan şeyleri unutuyorum işte böyle. yoksa hafızam çok kuvvetlidir. evet. ''sen nasılsın?''

her şey ne kadar anlamsız halbuki. martılar, aynalar, insanlar. hepsi çok anlamsız. değil mi peter? peter? yine giderken pencereyi açık unutmuşsun. ben de diyorum neden götüm dondu böyle bir anda. bu gece yalnız yatacağım demek. iyi. güzel. öyle olsun. allah bu martının cezasını versin!

ve ben hala nerden başlayacağımı bilmiyorum. ahahaha!

Cumartesi, Kasım 18, 2006

green hell

sayın tavuk;

sikimden aşşa kasımpaşşa aş'ye yaptığınız başvurunuz elimize ulaşmış olup, tarafımızca incelendikten sonra, ilanda belirtilen hususların hiç birine uygun olmadığınız gerekçesiyle, ahahahha! dalga mı geçiyorsunuz bizimle?

ve fakat, özgeçmişiniz, ne akla hizmetse, bilgi bankamızda belirsiz bir süre saklanacak ve uygun görüldüğünüz takdirde sizinle temasa geçilecektir. bambaşka bir pozisyonda çalışmak dileğiyle.

başarılar ve esenlikler dileriz.

-----------------------------------------------------------------------------

mektubu bir kez daha okuduktan sonra, buruşturup çöpe atıyorum ve ayaklarımı sürüyerek mutfağa gidiyorum. buzdolabından bir kutu kivi suyu çıkarıyorum ve büyükçe bir bardağa doldurup odaya dönüyorum. artık sabahları kivi suyu içiyorum. yemyeşil bir şey. bu dünyaya ait değilmiş gibi. kendimi iyi hissettiriyor.

yaptığım 287637267256. başvuru da olumsuz sonuçlanınca, derin bir nefes alıp çekmeceyi açıyorum. işte, bütün param bu. bir kaç yeşil kağıt. paralarını bankada değil de, çekmecesinde saklayan bir insan için, olağan bir durum elbette.

yatağa uzanıp bir sigara yakıyorum. hayır, yakmıyorum. yakarmış gibi yapıyorum. sigara içmiyorum ki ben. yatağın hemen yanında, yerde üst üste yığılmış kitaplardan birini alıyorum ve rastgele bir sayfa açıp okumaya başlıyorum.

"tanımlar istiyorlar sizden: sonradan aynı tanımlarla canınıza okumak için. tanımlarınız yoksa, bu sefer konuşturmuyorlar sizi. tanımlar veremeyen insan sacmalar, diyorlar. sacmalarla ugrasamayiz. kimseye sacmalama hurriyeti veremeyiz. mantıksızlık hürriyeti veremeyiz. tanımları verince de herkes, daha önceden kendisi için kazılmış olan çukura düşüyor.başkaları için de tanımlar istiyorlar sizden. başkalarının işine karıştırıyorlar sizi zorla. başkalarının da size karışması için yolu açıyorsunuz böylece. bugün neden düşüncelisiniz? diyorlar. düşüncelerinizin içine kadar sokuluyorlar. mantığı ortadan kaldırmadan, bu gidişe bir son vermek, kötülüğe direnmekten vazgeçmek ve gerçek hürriyeti tanımak imkansız." *

kitabı kapatıp usulca yere bırakıyorum. midem bulanıyor. önceki gece, yandaki sokağın köşesinde neredeyse bütün midemi bıraktığım halde, hala bulanıyor. ve kusarken, en çok, o anki acziyetinizden ziyade, başka birinin bu manzaraya şahit olması rahatsız ediyor sizi nedense. beni etmiyor. rahatsız olduğum bir şey varsa, işte bu; rahatsız olmamaktan rahatsızım.

yataktan kıçımı ve bedenimin geri kalanını kaldırıp markete gidiyorum. bir kaç kutu kivi suyu almalıyım. belki bir şişe de votka.



* oğuz atay/ tutunamayanlar

Cumartesi, Kasım 11, 2006

ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

- sence mesaj atayım mı?
- ne diye?
- işte bu gece olanların nedeninin o'nu tamamen kaybetme korkumdan kaynaklandığını ve aslında o'nu ne kadar çok sevdiğimi falan filan?
- bence atma. hatta sakın atma. ama nasıl olsa beni dinlemeyeceksin.
- yoo, dinleyeceğim.
- ama dinlememelisin. içinden ne geliyorsa onu yapmalısın. yanlış bile olsa. atmak istiyor musun?
- evet.
- iyi. at öyleyse.

''terzi, kendi söküğünü dikemezmiş.'' atasözünün geçerliliğini kanıtlarcasına, bir adama ki kendisi arkadaşım olur; ''kurtarmak'' istediği ilişkisi hakkında ahkam kesiyorum.

tuhaftır ki, etrafımı saran bu ilişki patlamasında, en son sevdiğim adamın (artık sevmiyor muyum yani?) gözlerini görmeyeli, sesini duymayalı, kokusunu (neydi? chanel egoist miydi?) içime çekmeyeli epey oldu ve ben tuhaf bir şekilde içime döndüm. kendim dışında hiç kimseyle ilgilenmiyorum. ''aşığız biz, ehehhe'' modundaki insanlara hafifçe gülümserken ''salak mıdır nedir bunlar?'' düşüncesi geçiyor aklımdan ve engelleyemiyorum. galiba bu, şuna benziyor; hani canın çok fazla çikolata çeker. seratoninin o kadar düşmüştür ki, bir parça çikolata için ölebilirsin bile. ve en yakın markete gidersin, bir kaç paket çikolata alırsın, yemeye başlarsın. ve çikolata o kadar güzeldir ki, ikinci paketi de açarsın. ama ilk paket kadar lezzetli değildir. (evet, bkz: azalan marjinal fayda. ahahha! üniversitede okuduğum dersin günlük hayatta bir boka yarayacağını düşünmemiştim hiç daha önce.) sonra üçüncü paketi açarken tam, aslında daha fazla yemek istemediğini düşünürsün. ve dolaba koyarsın. hayır, saklarsın ki senden başka kimse yemesin. üzerine bir bardak su içersin ve mutlusundur artık.

evet evet. tam olarak böyleyim sanırım.

zamanında yalnız kalmamak adına o kadar kasmışım ki kendimi, aslında yalnızlığımı sevdiğimi unutmuşum. bakma etrafımdaki bu kalabalığa. ördüm yine duvarımı, hiç biri geçemiyor ki bu tarafa.

Cuma, Kasım 03, 2006

illa ki bitecek

''başkalarıyla, hatta karşına çıkan tek insanla, sanki her şey o an başlayacak ve biraz sonra bitecekmiş gibi yaşamalısın.'' derken; çok haklıymış cesare pavese.

her seferinde ''artık o'nu düşünmeden bir şeyler yazacağım.'' diye oturuyorum buraya. birbirimiz için ve birbirimize yazdıklarımızı okurken telefonda, bir diğeri nefes bile almıyor. ve bana bu süre çok gelirken, o'na az geliyor. artık beni kimlerin okuduğuna bakmıyorum bile. umrumda bile değil. o okumuyor çünkü, biliyorum. okuyamaz ki. bir sersem olduğumu bile bilmiyor. neyse ki!

hiç bitmeyecek bir aşk bu, benim için. evet, votka şişesi çoktan şehrin çöplüğünde ait olduğu yerini buldu. içtiği sigaralarla dolu küllük boşaltıldı. yataktaki çarşaflar değişti. küvetin üzerinden çok sular aktı. yerden bulunan siyah bir küpe, kendi küpelerimin olduğu kutuya kondu. tam, ''bitti'' derken, telefon çaldı ve, işte yeniden başladı.

- kadın otururken saçları ıslak, kırgın, yorgun, gitmek ister gibi ve kararsız ve daralmış ve bitkin.
- ...

ne tuhaf. bütün bunların bitmesi için, adamın tekiyle hayatımı sonsuza kadar birleştirmem mi gerekiyor? peki bütün bunların anlamı ne o zaman? hepsini geçmişte bırakıp sileceksem, yaşadıklarımın samimiyetinden şüphe etmem gerekmiyor mu? bütün bu yaşananlar, aptal bir oyundan mı ibaret?

eeaaaah! bıktım artık bütün bunlardan. yani özür dilerim ama, insan aşıkken başka bir şey yazamıyor malesef. ve aksini iddia edenler halt etmiş ama, aşıkken, yaratıcılıktan yoksun kalıyorsunuz basbaya. kaç sabahtır kahvaltıda bir bardak vişne suyu içiyorum ve bir parça peynir yiyorum. kaç gündür aynı şarkıları dinliyorum. kaç gecedir aynı rüyaları görüyorum. yeter artık. aşkı unutup nefret kusmayı denesem, acaba kendimi bulabilir miyim tekrar? misal, kocasının/karısının koynundayken, başka bir yerde gördüğü/tanıştığı/hatta arkadaşı olduğu başka bir adamı/kadını kendisini düzerken hayal eden insanlara karşı falan? olmadı galiba. daha şahsi olmalı diyorsanız, eşşek gibi çalıştığım halde, hala hakkım olan parayı hesabıma yatırmayan göt kafalı kapitalist patronuma? daha enternasyonel olsun diyorsanız, dünyanın bir ucunda, nedensiz yere insanların ve hatta bebeklerin ölmesine neden olan iki tane beyinsiz adama? hayır hayır. olmayacak. yapamıyorum. içimden gelmiyor. sabah yayınlanan aptal bir programdaki ahu tuba tonuyla şöyle demek istiyorum;

- ben bu hayatta hiç mutlu olmadım ki. (gözler dolar) çok yalnızım. sadece siz varsınız. bu defa her şey çok farklı olacak diye inanmayı çok istiyorum ama (yutkunur) bilmiyorum. bilmiyorum. (boylarıyla son derece orantısız koca memeli teyzeler çılgınca bir alkış kopartır.) sizleri seviyorum! seviyorum! (ve stüdyoyu terkeder.)

ahahah! elbette hayır. hiç kimseyi sevmiyorum. o hariç.

- her şey şu an başladı. ve biraz sonra bitecek.

Salı, Ekim 31, 2006

god was here but he left early

biliyordum. farklı olduğunu, daha öncekilere hiç benzemediğini, herkes gibi olmadığını biliyordum. ve bütün şartlar seni içimde hissetmek için uygundu. bütün dünya bunun için uygundu. bu mevsim, bu şehir, bu yağmur; hepsi uygundu.

sarılıp uyduğumuz o gece, yağmur yağıyordu. hatırlıyor musun? çorapların sırılsıklam olmuştu. ayakların üşüyordu. çantadan votka şişesi çıkarmıştın. deli gibi içmiştik. bir kaç küçük öpücükle yetinmiş ve sonra da sarılıp uyumuştuk. sevişmemiştik bile. hatırlıyorsun şüphesiz. ama biliyor musun; ben hiç unutmamanı istiyorum. unutmayacağını da biliyorum zaten. farklıysan, bu yüzden farklısın.

- burada kalırsan eğer, her şey, ama her şey benim için çok farklı olacak...ve tabi senin için de.


yanlış söylemişim. yine de çok farklı her şey. çünkü, belki de yaşadıklarımın en güzeliydi.

- teşekkür ederim.

Cumartesi, Ekim 28, 2006

romance and cigarettes

otobüs durağının tam önünden geçerken yavaşlayan taksi, duraktakilere bir kaç kez korna çaldı. duraktakiler, gecenin bir yarısı, orada bulunma sebeplerini anlayacak kadar kafası çalışmayan şoförün annesine, içlerinden, en içten dileklerini sundular. durağın önünde, yan yana oturan adam ve kadın, ayrı yönlere bakarken, adam, sigarasını yaktı. sigaradan yayılan duman bulutu, havadaki esintiyle birlikte kadının gözlerinin önünde kısa bir dans gösterisi yapıp kayboldu. kadının zaten alkolden kızaran gözleri, iyice kızardı. ama dumandan mı, yoksa içinde hissettiği acıdan mı, tam olarak bilemiyorum.

adam yavaşça ayağa kalktı. yerde duran sırt çantasını aldı ve elleriyle durağın önünde oturan kadının yüzünü tutup dudaklarından öpmeye başladı. kadın önce gözlerini kapadı. sonra dudaklarını. sonra da yavaşça yüzünü çevirip önüne eğdi.

- gidiyor musun?
- evet.
- benimle gelmeyecek misin?
- gidiyorum.

ne oldu anlamıyorum. hava neredeyse soğuktu ve kadın neredeyse aşık olmak üzereydi halbuki ve...

- istediğin şey neyse, onu yap!

istediği şey, sadece adamın kokusunu içine çekip uyumaktı. fazlası değil...değil.

ne oldu anlamıyorum.

Cuma, Ekim 20, 2006

i ain't gone 'n' give up on love

- yaşadığın hayat bu kadar boktanken, neden hala yaşamakta direniyorsun, anlamıyorum?
- o'nun için yaşıyorum.
- ahahha! kusura bakma ama buna inanmamı beklemiyorsun, değil mi? yani, ''benim hala umudum var.'' gibi basit bir cümleyle konuyu kapatabilirsin mesela ama, ben bunu yemem. peki o, bir gün bu dünyadan göçünce, kim için yaşayacaksın? yaşayacak başka birini bulma konusunda gösterdiğin azmi, bu boktan hayatını biraz olsun değiştirmek için göstersen, göreceksin ki, hem sen hem de o'nun için her şey daha güzel olacak.
- sigaran var mı?
- kullanmıyorum.

gerçekler, bazıları için tahammül edilmez olabiliyor.

banyodaki aynaya baktığım zaman, artık kendimi değil de, o'nu görüyorum. ama bunu yaparken söylemişti, unutamayacağımı söylemişti. unutmak isteyen kim zaten? ben, unutulması gerekenleri de unutmamaya tahammül edecek kadar güçlüyüm. ama sen değilsin.

bir zamanlar, çok fazla ''gittim'' ben. belki de ''gitme'' kotamı doldurdum. şimdi hep yolculuyorum. kiminin ardından salya sümük ağlıyorum. kiminin ardından gözlerim doluyor ama ovuşturunca geçiyor. kiminin ardından gülümseyerek el sallıyorum, döneceğini bilerek. kiminin ardından bakmıyorum bile. ama sonuçta, gidiyorlar. bırak, gitsinler. onlara ait değilim. sen de değilsin.

- peki, birbirimize mi aitiz?
- bilmiyorum.

Salı, Ekim 17, 2006

time is running out

sesler birbirine karışmış gibi. son bir kaç gündür algılarım değişti. eskisi gibi değil sanki hayat. daha iyi ya da daha kötü değil ama, sadece eskisi gibi değil.

time is running out.

yorganın altından çıkmak güzel bir fikirmiş. sarılarak uyumak, şüphesiz çok güzel bir eylem ama yemek yemek ve bu dünyanın sadece iki insandan ibaret olmadığını hatırlamak gerekiyor ara sıra. peki, buzdolabının boş olmasını ve hatta sen ve o dışında, diğer insanların kafalarının içinin boş olmasını göze alacak mısın? ben aldım bile!

time is running out.

tanrı aşkına, tırnaklarıma nar çiçeği renginde oje sürerken nasıl mutsuz olabilirim? evet, denemek istiyorum. deneyeceğim. hem ne demiş bilmemne tzu; bir insanın ne kadar tabusu varsa, o kadar mutsuzdur.

time is running out.

- bil bakalım en çok nereni seviyorum?
- gözlerimi?
- hayır. poponu.

Pazartesi, Eylül 25, 2006

sonbahar gelmiş meğer

dışarıda yağabilecek en güzel yağmurlardan biri; eylül yağmuru yağıyor. hava henüz kararmamış. balkonun açık olan kapısından yabana atılmayacak bir esinti dalıveriyor içeriye selam sabah vermeden. tam aramızdan geçip koridordan dolaşarak evin öbür ucundaki balkon kapısından çıkıp gidiyor. çırılçıplağız ve sadece ayaklarımız birbirine değiyor. yatakta hafifçe kıpırdanıp bana doğru dönüyorsun. bir an için ürperiyorum. sonbahar gelmiş meğer.

- sormuyorum aldırmıyorum buna.
- neye?
- yüreğinde suçlu musun diye.
- nasıl?
- biliyorum seni sevdiğimi, ne olursan ol.
- kim?
- shakespeare.
- ah, evet. tabi ya!


aslında, hiçbirimiz ne iyiyiz ne kötü, biliyorum. sen de biliyorsun. herkes biliyor. beyin kıvrımlarımızın arasından her an birbirinden berbat düşünceler geçip duruyor. sonra kendi beynimizden utanıp vicdanımıza terkediyoruz ruhlarımızı. yaşadığımız her an savaşıyoruz. tanıdığımız her insan, ister istemez bu savaşa dahil oluyor.

bunu sana nasıl söyleyeceğim bilmiyorum ama, bir şekilde öğrenmen gerekiyor. derin bir nefes alıyorum ve ağzımı araladığım an hemen kapatıyorum.

- bir şey söyleyecektin?
- yoo hayır.

- berbat bi yalancısın.

sadece çok yorgunum. kendimi anlatmaktan tahmin edemeyeceğin kadar yoruldum. kendimi anlatmasam olmaz mı? kendim hakkında herhangi bir açıklama yapmasam. hiç konuşmasam. olmaz mı? tamamen sana bıraksam da sen keşfetsen, ha, olmaz mı?

kocaman bir gülümseme yayılıyor yüzüne. o sırada gökyüzü önce bir aydınlanıyor, hemen sonra müthiş bir gürültü çıkıyor. yukarıda işler yolunda gitmiyor demek. bulutlar isyanlarda. çiçekli pikeye sarınıp yataktan fırlıyorum. bu manzarayı hiç kaçıramam. balkona çıkıyorum. yukarıdan rüzgarın etkisiyle aynı zamanda üzerime yağan yağmura bakıyorum kafamı kaldırıp. karşı balkonda yaşlı bir kadın ıslanan çamaşırlarını toplarken göz göze geliyoruz.

-  hey teyze! sonbahar gelmiş meğer!

diye bağırıyorum. bir süre anlamsızca bakıp çamaşır sepetini kaptığı gibi içeriye giriyor, arkasından kapıyı kitlerken son bir kez bakıyor. daha önce balkonda üzerinde çiçekli bir pikeyle ıslanan yarı çıplak bir kadın görmemiş anlaşılan. ne var ki bunda?

kapıda duruyorsun. yüzünde hala o kocaman gülümseme asılı. saçlarımdan süzülen damlalara takılıyor gözlerin.


emin ol, işin hiç kolay olmayacak.

Cuma, Eylül 22, 2006

ben kimseye benzemem

- ah, özür dilerim. sizi birine benzettim de...özür dilerim...çok özür dilerim.

yolun tam ortasından, etrafımdaki diğer insanları dahi görmeyerek yürürken; adamın biri bana sarıldıktan ve ben ''sen de kimsin?'' demeye mecali kalmamış dudaklarım ve iki yana düşmüş ellerimle birlikte öylece durduktan hemen sonra oldu bu.

- gerçekten çok özür dilerim.
- tamam. önemli değil.
- ama inanamıyorum. o kadar benziyorsunuz ki?
- ...?
- yani, görseniz, eminim siz de çok şaşırırsınız!
- evet...tabi...önemli değil.
- inanılmaz!...ya, ben tekrar özür dilerim.
- tamam. altı üstü sarıldık, sevişmiş değiliz. abartmayın lütfen.
- ha?
- yok bişey. bana benzeyen her kimse, selam söyleyin.

bir başkasına benzemek, benzetilen, genel güzellik anlayışına göre ister güzel/yakışıklı, isterse çirkin olsun, her nedense hiç hoşumuza gitmiyor. eşsiz olmak istiyoruz çünkü. sadece ''bir'' tane olmak istiyoruz. oysa tanrı'nın bile yaratıcılığının bir snırı olmalı. bu kadar da bencil ve narsisist olmayın canım?!

küçükken fatma girik'e benzettikleri zaman, ağlardım ben neden bilmem; hayal meyal hatırlıyorum. sonra yok efendim şevval sam'lar, şebnem ferah'lar, dana scully'ler, kirsten durts'lar vs..vs...ama en tuhafı şüphesiz jenna jameson'du. sanırım, bir porno yıldızına benzetilmekten zerre gocunmayan tek kadın olmalıyım. belki de gerçekten benzemiyorum diyedir. hmmm? silikon taktırıp saçlarımı banu alkan sarısına boyatırsam neden olmasın aslında? ahahahha!

hepimiz zaten eşsiz birer dallamayız. yormayın yani kendinizi.

Pazartesi, Eylül 11, 2006

tuhaf bir geceydi

ayağımda beyaz ayakkabılarım vardı. hızlı adımlarla yürüyorduk.

- ağlama artık. bak, ben varım. burdayım.

bir an durduk. gözlerimdeki makyaj malzemeleri birbirine girmişti. elleriyle gözlerimi sildi. sonra tekrar yürümeye başladık. yanımızdan sarhoşlar geçiyordu. elimden tuttu.

- gel buraya.

ıssız bir sokağa saptık. nereye gittiğimiz hakkında hiç bir fikrim yoktu. elele tutuşmuştuk ve gidiyorduk. hepsi bu. sonrasını hatırlamıyorum.

sabah gözlerimi kocaman bir yatağın içinde açtım. yanıbaşımdaki kağıtta bir şeyler yazıyordu;

''hayat, bittiği yerde başlıyor. ve biz her defasında yanılıyoruz. yanılmak, tıpkı güzel bir kadını tutkuyla sevmek gibi baştan çıkartıcı olmalı. yanılmayı seviyorum. yanılmayı ilk defa bu kadar çok seviyorum. sakın katlanamayacağım bir şey isteyip, yalnız kalmayı dileme. ve gidersen eğer, kendinden bir şeyler bırak da git ardında. ki dönmen için bir bahanen olsun. lütfen!!

günaydın.''

sağlam bir bahane bırakıyorum ardımda;

kendimi.

Salı, Ağustos 22, 2006

you cut her hair

- nasıl olsun.
- sana bırakıyorum.
- ne yapalım biliyor musun? yukarıdan iyice keselim. uzattığın için uçlara dokunmayacağım. kat kat aşağıya inmiş olacak. önler de uzun kalsın. hem toplayabilirsin böylece yine tepeden.
- hadi yap!


''şak!''

kuaför salonlarının kadınlar için anlamı büyüktür. kapıdan en süklüm püklüm halleriyle girerler ve en kadın halleriyle çıkarlar. bir kadını en çirkin haliyle görebileceğiniz ilk yer, kuaför koltuğudur. ve bir kadını en güzel haliyle görebileceğiniz ilk değil ama ikinci yer, kadının kuaför koltuğundan kıçını kaldırdığı andır. -ilk yer birlikte uyuduğunuzda, sabah kollarınızın arasında uyandığı andır tabi ki. nasıl olur da bilmezsiniz?!

koltuğa oturuyorum. saçlarım az evvel uyduruk bir şampuan ve saç kremiyle yıkanmış. bir adam gelip saçlarımdaki havluyu çekip çıkarıyor. ve başka bir havluyla saçlarımı kurulamaya başlıyor. baba ve sevgili dışında, bir kadının saçlarını bir havluyla kurulamaya cüret eden tek erkektir kuaför. sonra da, özel bir bakım kremiyle bir güzel masaj yapıyor. gözlerimi kapatıyorum. bu koltukta oturmayı seviyorum. en çirkin halimde olmam umrumda bile değil.

solumda, sevgilisiyle olan buluşmasına geç kalmış sarışın bir kadın var, fön çektiriyor. sağımda, gelininden şikayetçi olan yaşlı bir kadın, saçlarını mora boyatıyor. bütün bunları biliyorum çünkü kuaförlerde hiçbir sır gizli kalmaz. herkes fön makinalarının gürültüsü ve boya kokusu eşliğinde konuşur, konuşur, konuşur... herkes konuşmaya o kadar heveslidir ki, kimse benim bu suskun halimi yadırgamıyor. kuafördekiler de artık beni tanıdıkları için, klasik ''iş güç nasıl gidiyor? ne zaman evleneceksin?'' gibi hergün elli bin defa başka kadınlara sormak zorunda oldukları oysa merak dahi etmedikleri soruları sormuyorlar. onlar da benim gibi ağızlarını bile açmadan, diğer kadınları dinliyorlar. bir an saçlarımı kesen kuaförle aynada göz göze geliyoruz. o kadar bunalmış ki, koltukta öylece ve sesssizce, kırpılmayı bekleyen koyun misali oturduğum için bana kısa bir minnettarlık tebessümü gönderiyor. kabul ediyorum.

- birazcık dax sürseydim bari?
- aman istemem. parmaklarım saçlarımın arasından geçmeyince moralim bozuluyor.

kuaförden çıkıyorum. sanki bütün kadınlar, kuaförden çıktığımı anlamış gibi saçlarıma bakıyorlar. anlamışlardır tabi. bütün kadınlar anlar. yol boyunca mağazaların vitrinlerine, arabaların camlarına bakıyorum. bir anda canım vapura binmek istiyor. vapura son anda yetişip, yukarı kata, kıç tarafına oturuyorum. saçlarım uzunlu kısalı rüzgarla birlikte dansediyor. ben ve saçlarım, nereye gittiğimizi bilmeden gidiyoruz. sadece gidiyoruz.

kim demiş, saçlarını değiştirmek bir işe yaramaz diye.

kendimi çok daha iyi hissediyorum.

Salı, Ağustos 15, 2006

yine yanlış numara

- alo?
- benim...sus. bir şey söyleme. saatin çok geç olduğunun farkındayım. ama istediğim zaman arayabileceğimi söylemiştin. birisiyle konuşmak istedim sadece. aklıma ilk sen geldin. aslında ilk sen gelmedin. telefonumu aldım ve bütün rehberi karıştırdım. x? olmaz, şimdi sevgilisiyle uyuyordur. y? hiç olmaz, her zaman müsait olmayacağını söylemişti. z? o da olmaz, geçen sefer beni aradığında açmamıştım...diye diye sen kaldın bir tek. evet yalnızım. ama belki de ilk defa yalnızlığımdan o kadar mutluyum ki. yani o kadar içime sindi ki bu sefer. yalnız olmam gerekiyor çünkü. bütün bu insanlardan sıkıldım anlıyor musun? bunaldım. bezdim. senatoryumun tam ortasında sigara yakmış biri gibiyim. ve hepiniz yüzüme doğru öksürüyorsunuz. hepinizden tiksiniyorum. size ait değilim. kimseye ait değilim. bu güzel bir şey. kendimi iyi hissediyorum. herkes kendini iyi hissetmek istiyor. herkes dehşet bi oyunun içinde repliğini unutmuş da ağzında bir şeyler geveliyormuş gibi saçmalıyor. bütün bu kendini acındırmalardan bıktım anlıyor musun? herkes ağlıyor. herkes şikayet ediyor. herkesin bir hastalığı var. herkes travma geçiriyor. offf! ve ben bütün bunların içinde kalkmış, hiç olmayacak hayaller kuruyorum. ahahha! bak, şimdi de kendimi acındırdım, görüyor musun? hayır hayır. hepinizin canı cehenneme. bana acımayın. zira benden daha acınası durumdasınız. haydi sen de tekrar et; ''sen güçlü bir insansın.'' biraz çok bilmiş bir vurguyla söylersen sana inanabilirim bile. ''ah evet, çok güçlü bir insanım. o yüzden ağzıma sıçtıkça siz, her seferinde önce bir sendeleyip sonra ayağa kalkıyorum.'' offf! hakikaten sıkıldım. bunaldım. herşeyin en doğrusunu siz biliyorsunuz değil mi? herşeyin en mantıklı açıklamasını yapabilirsiniz? mesela bu pembe filin burada ne işi var desem, o kadar zekisiniz ki, hemen mantıklı bir cevap verirsiniz; ''o mu? annemin biriktirdiği faturalar için vergi iade zarfı lazımmış da, onu getirdi. birazdan gidecek.'' ahahha! hakikaten salaksınız. kim pembe bir file inanır ki? hadi inandım diyelim, dünyaya sağladığınız bu katkı, siz öldükten sonra da şükran ve saygıyla anılacak, emin olun. ahahha! alo?....orda mısın?

- kimi aramıştınız?

- ben...aslında diğer yarımı arıyordum.

- üzgünüm. sanırım yanlış numara.

- ah! hiç şaşırmadım. özür dilerim. gece gece rahatsız ettim.

- önemli değil.

- iyi geceler.

- size de.

Pazar, Temmuz 30, 2006

bu kent peşini bırakmayacak

istanbul,
hayatımı sana emanet ettim,
bir üsküdar vapurundan,
son anda atlarken,
karşı kıyıya.

aynı gökyüzü,
dururken üzerimizde,
dudaklarımız hiç birleşmeyecek bu sefer.


mnkym!

vişneli pasta

- neden böylesin?
- çünkü çok şey biliyorum.



yaşlı bir kadınla, boktan bir pastanede oturuyoruz. hava iyice kararmış. yaşlı kadın, aslında hiç yaşını göstermiyor. sadece güzelim yeşil gözleri iyice küçülmüş ve bana büyük bir umutsuzlukla bakıyor. yaşlı kadın, benim annem.


anlatamıyorum...anneme bile anlatamazken, bütün bu inanlara nasıl anlatabilirim ki?! sistemle uyuşamıyorum işte. bu lanet olasıca sisteme dahil olmak istemiyorum. boğuluyorum. daralıyorum. ölecek gibi oluyorum ulan!


- ama hayat böyle. uymak zorundasın.
- ne münasebet ya. değilim uymak zorunda falan.
- herkes uyuyor ama.
- herkes değil anne. ben ve benim gibiler uymuyor. uyamıyoruz.
- e ne olacak peki böyle?
- bilmiyorum. şimdilik sadece çabalıyorum. ama inan, çok sıkıldım. yaşamaktan da sıkıldım.


insan yaşamaktan sıkılınca, yani o noktaya geldiği zaman, bütün bu manav tezgahındaki üzüm taneleri, parlayan güneş, buz gibi köpüklü bir bira, insanı bir anda alıp geçmişe götüren bir melodi, ayağa sürtünüp ''sev beni'' diye yalvaran bir sokak kedisi...hiçbiri umrunda olmuyor. hiçbir anlamı yok.


kimseyi daha fazla üzmek istemiyorum. kendimi de.


- eve dönerken pasta alalım mı?
- alalım. ama para yok ki yanımda.
- benim var.


kocaman, vişneli bir pasta alıyorum.
ama hiç yiyesim yok.
yiyemiyorum.

Pazar, Temmuz 23, 2006

uyanmak istemiyorum

uyandım.

bir kadın olarak; kendimi pembe jartiyerli bir kıza arkasından sarılmış dansederken görünce, güne psikolojim bozulmuş olarak başladım doğal olarak. neyse ki sıcak su, neskafe, krema ve şeker vardı mutfakta. hepsini yeşil bir fincana boca ettim. bir güzel karıştırdım. sonra fincanı nedense mutfak masasının üzerine bırakıp yatağıma geri döndüm. yastığın üzerindeki uzun kıvırcık saçlara baktım bir süre. sonra sahibini uyandırmamak için imtina ederek kokladım. şampuan kokuyordu. şey gibiydi; hiçbir derdin, tasanın, sıkıntının, kederin, gözyaşının olmadığı bir hayat gibi. parmak uçlarımla lüleleri kıvırmak için dayanılmaz bir istek vardı içimde. ama yapamadım. yatağın kendime ait bölgesine çekildim ve kendi saçlarımı çekiştirmeye başladım.

- aa! uyanmışsın.
- evet. kahve içer misin?
- içerim.

mutfağa gidip masanın üzerindeki kahveyi aldım ve henüz ayılamadığı için nereye uzanacağını bilmeyen ellerin içine bıraktım.


- ne çabuk yaptın?
- yapmıştım zaten.
- sen içmiyor musun?
- hayır.
- iyi misin?
- evet.
- bir şey mi oldu?
- şey...saçlarınla oynabilir miyim?
- ahahha. elbette.

bir kez daha uyandım. yastığın üzerinde bir kaç kıvırcık saç teli, burnumda şampuan kokusu, masada sıcak bir fincan kahve vardı ve banyodan şarkı söyleyen bir adam sesi geliyordu. sanıyorum bu rüya, hiç bir zaman bitmeyecek. belki de ben gerçekten uyanmak isteyene kadar sürer. öyleyse uyanmak istemiyorum. uyanmayacağım.

bi de; şampuan kokan bir hayat istiyorum artık. kuaförlerdeki dandik şampuanlara bile razıyım. yeter ki saçlarımı yıkarken çekiştirip canımı acıtmasınlar.

Perşembe, Temmuz 20, 2006

yüksek yüksek topuklar

ince topuklu ayakkabı giymeye başladım artık. çıkardığı ses çok hoşuma gidiyor. tik...tik...tik...tik...pek kibar, pek hanım oldum. ara sıra içimdeki umarsız tavuk ortaya çıkıp gıdaklamaya başlasa da susturuyorum kendisini. en azından mesai saatleri içersinde. geri kalan zamanlarda, alabildiğine edepsizim. eskisi gibi. kah cilve yapıyorum, kah ayar veriyorum. bazen ne yapacağımı karıştırınca, sadece duruyorum. durmayı öğrendim sanırım en sonunda.

ne diyordum...ince topuklu ayakkabılar. insan alışık olmayınca kullanmasını da bilmiyor tabi. ''araba mı bu be?'' demeyin, hiç giymediyseniz, ağzınızı bile açmaya hakkınız yok zira. meşakkatli bişey bi kere. her an düşebilirsiniz. bir yerlere takılabilirsiniz. en fenası da, topuğunuz ''çıt'' diye kırılabilir. gerçi, kalbinizin kırılmasından iyidir. bırakın topuğunuz kırılsın. nasıl olsa tamir edilir.

benim ki kırıldı mesela bugün. yani topuğum. bir daha kalbimin kırılmasına izin vermeyeceğime and içtim sonuç itibariyle, o sağlam. ama topuk dandik çıktı. en yakın ayakkabı tamircisine götürdüm.

- kırıldı bu.
- yaparız.
- yapın.
- yapalım.
- bir daha kırılmaz değil mi?
- yürürken dikkat ederseniz kırılmaz.
- nasıl dikkat edersem? yürürken sadece yürüyorum, topuğum aklıma gelmez ki.
- nazik olmak gerek.
- nasıl yani? danseder gibi mi yürümeliyim?
- koşarsanız olmaz mesela.
- ama ben nerdeyse koşar gibi yürürüm. bir yere yetişmek zorundaymışım gibi. ya da arkamdan kovalıyorlarmış gibi.
- evet.
- o zaman kırılır tabi, değil mi?
- evet.
- o zaman yine getiririm size.
- evet.
- farkındaysanız çok salak bir diyalog oluyor bu. hayırlı işler dileyeyim ben size. bir kaç gün içinde alırım ayakkabılarımı.
- evet.

ayakkabılarımı orada bırakıp çıktım. bir süre düz taban ayakkabılarımı giymek zorundayım tabi. tuhaf hissettim kendimi. alışmışım demek ki bu kadar kısa bir süre içinde. ve bunu anlamam için bir şeyleri kırmam gerekiyormuş. ah! her zamanki halim.

bir daha çok hızlı yürümeyeceğim.

Pazar, Temmuz 16, 2006

bye bye bird

daha bu sabah, gözlerimi bambaşka bir evde, bambaşka bir yatakta açtım. gevrek,beyaz peynir ve çay gibi muhteşem bir üçlü eşliğinde kahvaltımı yapıp günün gazetelerini okurken; masada taze koparılmış yaseminler, tam karşımda yemyeşil bir deniz vardı. ve ben mutluydum. gerçekten mutluydum. hayatım bir parça eksik dursa da, en azından sorunsuz devam ediyordu en nihayetinde. ihtiyacım olan şeylere sahiptim. ve yaseminler çok güzel kokuyordu.

ama şimdi; sanki bilmediğim biri, bilmediğim bir şey; yüreğimi ellerinin arasına alıp sıkıyor. yaşamak çok anlamsız geliyor. uyanmak, çalışmak, bir şeyler yemek, bir şeyler içmek, dansetmek, aşık olmak, nefret etmek, sevişmek, bir yerlere gitmek, birileriyle konuşmak, özlemek, gülmek, ağlamak, yenmek, yenilmek, uyumak ve yine uyanmak; çok anlamsız. oysa yaşamak tam da böyle bir şeyler işte. daha ne bekliyordum ki?

tatminsiz biri olmaktan korkuyorum. oysa, küçük şeylerden mutlu olmayı bilen biriydim ben. neler oluyor böyle, anlamıyorum. ya da anlamak istemiyorum. belki de çok kurcalamamak gerekiyor. sadece devam etmeliyim. hayatın bana bir yerlerde yapacağı sürprizi beklemeliyim. umarım güzel bir sürpriz olur. umarım...


yakında öleceğim uykusuzluktan.

Perşembe, Temmuz 13, 2006

renkli rüyalar

ve geçiyor hayat; geriye kalan bir parça acı, bir parça can sıkıntısı, bir parça kahkaha. ortaya karışık misali. benimkisinin çikolatalısı fazla olsun!

berbat bir rüya gördüm. anlatacak değilim. o vardı. zaten her rüya gibi saçma sapan bişeydi. ve ne yazık ki rüyalarımı kontrol edemiyorum ben. bi ara uyandım, çişim gelmiş. tuvalet hemen odamın yanında. gözlerimi falan açmayınca uykum dağılmıyor neyse ki. sadece omuzumu kapıya çarpıyorum ara sıra. ya da kedinin kuyruğuna falan basıyorum. öyle gözler kapalı dönünce yatağa, devam ettim kaldığım yerden. iyice saçma sapan oldu. ahahaha!

- canım. biraz daha peynir almaz mısın? dur ben sana sosis de vereyim. ay sen doymazsın şimdi, dolapta ne var başka bakayım. tost yapayım mı sana?

ahahha! bu ne be?

çok yorgunum ulan! daha ziyade uykusuzum. bünye alışkın değil bi kere. uzunca bir süredir götünü devirmeye, canı ne isterse yapmaya, nereye gitmek isterse oraya gitmeye alışmış tabi. e bir ömür de böyle geçmez ki ama? yani parasına ve kariyerine koyayım, size bişey olmasın ama; canım sıkılıyor evde allah sizi inandırsın. hem böyle sivri burunlu, ince topuklu, deri bir ayakkabı görüyorum mesela vitrinde. fazla alışkın değilimdir ama nasıl güzeller, sahip olmak istiyorum. içimdeki tüketim canavarı ''al onu banaaaaooööaaargg!'' diye haykırıyor. alamıyorum. aldıramıyorum. zengin bir koca bulup bütün gün evde kitap okusam, kendi kitabımı yazsam, yemek pişirsem, sinemaya gitsem falan ve fakat o da olmaz. yapamam.. o kadar da beceriksizim.


çıkamadım işin içinden. en iyisi yatıp uyuyayım ben. rüyasız bir gece olsun tanrım, lütfen. pls ok tşk.

Çarşamba, Temmuz 05, 2006

üşümek istiyorum artık

sabahtan beri televizyonda, türk filminin biri bitiyor, biri başlıyor. ojelerimi çıkardım, tırnaklarımı kestim. yine uykum var. atarax'ın kapağını bile açmamama rağmen, deli gibi uyukluyorum günlerdir. ayılmaya çalışıyorum. yorgunum. hayatımda ilk defa bir şeyleri doğru yapmak istiyorum artık. doğru bir işim olsun istiyorum. doğru insana aşık olmak istiyorum. doğru yazılar yazmak, doğru kitapları okumak, doğru insanlarla arkadaşlık etmek, doğru sözler söylemek, doğru yollara girmek, doğru ilaçları içmek istiyorum.

oysa; hayatım, dört yanlış bile değil, bir yanlışın bir doğruyu götürmesinden ibaret. ne kadar ironik! ve uzun saçlı kızılderili adamın dediği gibi; ''her süreç bir başkasının doğurucusu zaten bu s.ktiğimin hayatında, her hata bir diğerinin sebebi.'' oysa birilerinin kahramanı olmak ne tuhaf. içimden buruk bir tebessüm ediyorum sadece. uzun saçlı kızılderili adama verebileceğim tek cevabım var; ''hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil.''

kimse, kimsenin kahramanı değil. sanırım, artık kahramanlara inanmıyorum. zira hepsi de, gerçek hayatlarında, bildiğimiz orospu çocuğu. belki de, daha fazla yalan dolana katlanmak istemiyorsak, hepimiz, kendi kahramanlarımız olmalıyız kendimizin. ki bu bile çok zor.

tam bu esnada, telefon çalıyor. hiç beklemediğim bir anda, bir gezi teklifi alıyorum.

- hadi! hazırlan. şehirdışına gidiyoruz!

tam da ihtiyacım olan şey. tam da hep gitmek istediğim; bir şeyleri unutmak, bütün kötülüklerden, olumsuzluklardan, lanetten, yalanlardan, dolanlardan uzaklaşmak için bir zamanlar, koşarcasına kaçmak istediğim, ama gidemediğim şehir. bazen, işte böyle, gidemezsiniz. zaman geçer, herşey değişir. ve kader, sizi illa ki oraya götürür. üstelik tek başıma da değilim.

arabanın içinde sevdiğim biri olmasaydi eğer; yolda radyoda boktan bir aşk şarkısı çalarken ve ayağım gaz pedalını sonuna kadar zorlarken, gözlerimi kapatmak isterdim. gözlerim kapalı ve ben bağıra çağıra şarkı söylüyorum. ama aşk şarkısı çok anlamsız olurdu. illa ki bir şarkı çalacaksa, hayat hakkında olmalı. zira aşktan ziyade, benim sorunum hayatın kendisiyle. her zamanki gibi.

- çanakkale geceleri serin olabilir. kalın bişiler al yanına.
- üşümek istiyorum artık.

Cuma, Haziran 30, 2006

merak etme iyiyim

hatıraları yaşanmamışçasına harcarken çıkıyorsun hep karşıma. şu an uykusuzluktan bayılacak gibiyim. midem bulanıyor. gözlerim küçülüyor. ağzım yamuluyor. ellerim titriyor. yine de sana bir ''iyi geceler'' demeyi ihmal etmiyorum.

- buralardayım. telefonumu, msnimi, herşeyi biliyorsun. istediğin zaman...

diyorsun.

- teşekkür ederim.

diyorum.

ne isterdim biliyor musun? hani saçma sapan yazılarını okuttuğun o gün vardı ya. kalabalıktık. ben üç kişilik bir koltuğun en köşesine büzülmüştüm. bana ''seni seviyorum. ama istemiyorsan başkasını seveceğim.'' diyen adamın işte o başkasıyla az ilerde sevişmesini izliyordum. elimde yarısı yenmiş bir çokoprens vardı. ''seni seviyorum'' cümlesinin gerçek anlamını çözmeye çalışıyordum. sen geldin sonra. ayaklarımın ucuna kıvrıldın. bana bir not defteri uzattın. ''okusana.'' dedin. işte o günkü gibi kalsaydık hep. sen her şeyi bilen ama hiçbir şey bilmediğini sanan genç adam olsaydın; ben de hiçbir şey bilmeyen ama her şeyi bildiğini sanan genç kız.

sadece ben değil, ikimiz de büyüdük.
ve ikimiz de harcadık hatıraları.
yine de;
teşekkür ederim.

Salı, Haziran 27, 2006

ultraviolet colours of summer

- rahatsız etmiyorum değil mi?
- hayır...
- sizi daha önce görmüşmüydüm?
- evet...
- siz o musunuz?
- evet...

gülümsüyor. gölgelerimiz akşam güneşinin altında iyice uzayıp sandallara vuruyor. onun gölgesi benimkinden beş altı santim daha uzun. öylece duruyoruz. neden sonra kayalıkların üzerinden yanyana yürümeye başlıyoruz. sert bir rüzgar esiyor. ürperiyorum. kollarımdaki güneşten iyice sararmış tüyler diken diken oluyor. bir an üzerime bir şeyler örtmek için bir şeyler arıyor. oysa ikimizin de beyaz tshirt ve jeanden ibaret bir moda anlayışımız var. çaresizce bakıyor.

- üşümüyorum ki!
- hayır, üşüyorsun. hadi gel.

önce kendisi atlıyor sonra da ellerimden tutup duvardan aşağıya indiriyor beni. aramızdaki rüzgar bizi saçlarımızla birlikte bir anda ikinci çoğuldan ikinci tekile savuruyor. uzaklardan bir yerden balıkçı motorlarının gürültüsü geliyor. böyle susmak ne güzel. kendimizi anlatmaktan yorulmuşuz besbelli. ne ben o'nu ne o beni tanımak için can atıyoruz. bir rüzgar daha esiyor. parfümümün kokusu burnuma kadar geliyor. yeni bir parfüm aldım. eskiye dair bir tek kokular kalmıştı. daha doğrusu sadece benim kokum.

artık o da yok.

- rakı içer misin?
- içmez miyim?!

gülümsüyorum.

Cumartesi, Haziran 24, 2006

nasıl geçti habersiz

işte yine aynı yerdeyim...

sanki koca bir yıl geçmemiş de, ben, bu sıcak ve portakal suyu kokan internet kafeden hiç çıkmamışım. hayatım kaldığı yerden devam ediyor gibi. birazdan sahile ya da eve gideceğim. sabah erkenden kalkıp taze ekmek ve gazete almaya gideceğim. köy kahvesindeki amcalarla gençliğimin kıymetini anlayana kadar gazete okuduktan sonra eve dönerek en güzel bikinimi giyip denize gideceğim. bütün günü yüzerek ve güneşlenerek geçirip tekrar eve döneceğim ve taze fasülye ile karpuzdan mütevellit akşam yemeğimi yedikten sonra buraya, bu sıcak ve portakal suyu kokan internet kafeye geleceğim. ve bir kaç gün içinde yalnızlığımı özleyip kediyi de alarak eve döneceğim. ve gerisi çorap söküğü gibi gelecek.

kaldığım yerden devam edeyim öyleyse...


ayaklarımda yürüyen minik karıncaları umursamıyorum. bahçedeki ağaçtan kopardığım kayısılarla kahvaltı yapıyorum. hamakta uzanıp batan güneşi ve hemen önümde uzanan sokakta, oyun oynayan çocukları izliyorum; 15 sene önce benim de aynı sokakta aynı oyunları oynadığımı hatırlayarak. gecenin bir vakti, cibinliğin içinde uyanınca kendimi bir an prenses gibi hissediyorum. kızgın kumlardan serin sulara dalıp balıklarla dansediyorum. tenceredeki ara sıra karıştırılan soğan misali hafif pembeleşiyorum. jet-skide hava atanlara inat, plaj şemsiyesinin altında sakin ve sessizce kitabımı okuyorum. daha doğrusu, hemen yanımdaki şezlongta i-pod dinleyen adamla birlikte okuyoruz. adam, sayfaları çevirme hızıma yetişemiyor. bilmiyor ki, ben, bu sayfalarda aslında kendi hayatımı okuyorum. yavru bir kedinin hayatını kurtarıyorum. kardeşime acıyı anlatıyorum ve o'ndan mutluluğu dinliyorum. anneme ve babama sakızlı dondurma ısmarlıyorum. annem ve babam, kendi paralarından ısmarlanan dondurmaları yerken gülümsüyorlar.

''seni nasıl böylesine hırpaladılar? aşk sözcüğünü duyar duymaz karmakarışık korkulara kapılıp gitmene; iki insanın birbirine en yakın olması gereken zamanlarda, uçuruma yuvarlanır gibi kendi içine dönmene; bakman, istemen ve sorman gerektiğinde başını eğmene; bedenin çırılçıplakken kafanı yastıkların altına gömmene kim neden oldu? senden neyi esirgediler?''*

sonrası, aynı kitaptaki gibi...bitimsiz bir suskunluk oluyor.

* aslı erdoğan /mucizevi mandarin

Çarşamba, Haziran 21, 2006

i will be gone

sanki hiçbir şey değişmemiş. odam aynı. eşyalar aynı; fazladan bir perde var odada, içeri güneş ışığı girmesin diye çekilmiş, en koyusundan. ben aynıyım. yine aynı boşluk. yine aynı bir yerlerdeki o bitip tükenmeyen bir kaç ümit kırıntısı.

belki bu yüzden gidiyorum hep. olduğum yerde duramıyorum bir türlü.

bir keresinde, yine böyle gitmiştim. ve kendimi isveçli bir sevgilisi olan beyaz sakallı fransız bir amcanın bahçesinde, mangalda yaban domuzu sucuğu yerken ve kırmızı şarap içerken bulmuştum. amca o kadar tatlıydı ki, elimizdeki fransızca, ingilizce ve türkçe sözlüklerle anlaşmayı beceremeyince, güzel bir fransız şarkısında beni dansa kaldırmıştı. ne babam yaşında bir amcayla dans ederek ahlak kurallarının içine sıçtığım için, ne de o gün hayatımda ilk defa domuz eti yiyerek dini kurallara uymadığım için pişman oldum. herşey son derece güzeldi. şarkı güzeldi. şarap güzeldi. domuz güzeldi. hayat güzeldi.

ama işte...bilirsiniz...bir şeyler eksikti.

o eksik olan şey, kesinlikle hemen yanımda oturan, siyah saçları omuzlarına dökülmüş, t-shirtünün altından köprücük kemikleri gözüken ve burnu güneşten iyice yanmış o adam değildi. hayır değildi. hiçbir tereddüte mahal vermeden ''hayır!'' dedim. ''bir eksiklik, gittiğinde daha büyük bir boşluk yaratacak bir şeyle doldurulmalıdır. ve o, sen değilsin.''

marijuanalardan saçlarıma taç yapsan ne çıkar ki? ben erkeğin zeki, çevik, ahlaklı, mantıklı, dengeli ve şefkatlisini severim.

hani, aslında aç değilsinizdir ama canınız bir şeyler çeker. ve canınızın çektiği şey, esasen bedeninizin ihtiyacı olan şeydir; tuzlu, tatlı, acı, ekşi, sıvı, her neyse. benim ruhum da böyle. kesinlikle aç değil. sadece küçük bir teselli peşinde. ve bu teselli yüzlerce değişik yöntemle alınabilecekken, tam da ihtiyacı olan şeyi çekiyor canı. istese en minisinden bir etek çekip altına, kendini en çılgın partilere de atabilirdi. istese kalan parasının tamamıyla tansaş'tan alkol alıp, bütün bir gün duvarlarla konuşabilirdi. istese kendisine göz kırpan adam(lar)a dil çıkarabilirdi. istese kimbilir kaçıncısının ''seni seviyorum.'' cümlesine ''ben de'' diye karşılık verebilirdi. ama istemiyor. çılgın partileri kaldıracak kadar neşeli değil. duvarlarla konuşacak kadar delirmedi. bir çırpıda sarf edilen ''seni seviyorum'' cümlesine artık inanmıyor. başka bir şey çekiyor canı. tam da ihtiyacı olan şeyi. annesinin bitmez tükenmez, nasıl karşılıksız, nasıl da ısrarcı ve kendisini deli eden sevgisini; babasının ''hatırlıyor musun fatoş? sen küçükken 'ben hiç evlenmeyeceğim, ölene kadar babama bakacağım' derdin. ehehe..bak kayısılar da bal gibi olmuş, az önce kopardım.'' takılmalarını istiyor canı. ulan kimi kandırıyorum ki? tek istediğim, sırtımda çantayla ''ben geldiiiim!'' dediğimde, biri mavi biri yeşil iki çift gözde yansıyacak o pırıltı. gerisi hikaye. adım da fatoş değil üstelik. ahahaha! ah be baba!

velhasıl, gidiyorum. çok uzaklara değil ama, bir gün çok uzaklara gideceğimi bilerek, belki sadece bu hayalle, belki bu hayalde ''hoşçakal'' diyeceğim birilerinin olmamasını ümit ederek, kısa bir soluk alıyorum ve gidiyorum.

when the morning comes i will be gone.
no more waiting,
no goodbyes.

Cumartesi, Haziran 17, 2006

hayatta ben en çok babamı sevdim*

küçüktüm ben. kimbilir sınıftaki hangi pasaklı çocuğun sayesinde bitlenmişti kafam ve saçlarım bir oğlan çocuğu gibi kısacık kesilmişti. üzerimde en sevdiğim kırmızı elbisem vardı ve bir elim babamın ellerindeydi. vapura biniyorduk. karşıya geçecektik. küçücüktüm. deniz dalgalıydı. vapur yalpalıyordu. benim gözlerim masmaviydi. babamın gözleri benimkilerden de maviydi. vapurun yan tarafındaki bir sıraya oturduk. babam bana yaşadığımız şehirle ilgili bir şeyler anlatıyordu. ben babamı dinliyordum. herkes bizi dinliyordu. ben babamı çok seviyordum. küçücüktüm. babam orta yaşlıydı. babamın gözleri masmaviydi ve çok yakışıklıydı. bir fotoğrafçı geçti önümüzden. babam fotoğrafçıyı durdurdu. fotoğrafçı, babamla benim fotoğrafımızı çekti. benim üzerimde kırmızı bir elbise. saçlarım oğlan çocuğu gibi. gözlerim mavi. babamın üzerinde beyaz bir gömlek. benim babam o zamanlar kel değildi. ve gözleri masmavi.

sonra büyüdüm ben.

başka bir şehirde yaşamak için evden gittiğimde ağladı babam. sonra ilk sevgilimi evimize getirip tanıştırmak istedim diye kavga ettiğimizde ağladı. isyan ettiğim zaman ağladı. aşık olduğumu öğrendiği zaman ağladı. artık yaşamak istemediğimde de, ölmekten vazgeçtiğimde de ağladı. ağlamış yani. çünkü hep annemin yanında ağladı. annemden öğrendim hep. annem sanki evin küçük oğlu ağlamış da gözyaşlarını silip eline kemirmesi için ekmek parçası tutuşturulmuş gibi iç burkan bir edayla söyledi hep bana bunu;

- baban oturdu ağladı.

babam benim karşımda hiç ağlamadı. öyle ''sert baba'' imajı çizme maksatlı değil ama. ben de babamın karşısında hiç ağlamadım. utandığımdan falan değil. çünkü dayanamayacağımızı bildik hep. birbirimizi o kadar çok üzemeyeceğimizi bildiğimiz gibi. ama ne yazık ki üzdük. küçükken kinder sürpriz yumurta getirmediği zaman üzdü beni babam. ben o'ndan daha çok sevdiğim bir adam olduğunu sandığı zaman üzdüm o'nu. halbuki ikimiz de yanılmıştık. kinder sürpriz yumurta o zamanlar pahalıydı. babam da her akşam kinder alacak kadar çok para kazanamıyordu. ve hayatta ben en çok babamı sevmiştim.

yarın babası hayatta olan şanslı evlatların, babalarını baba oldukları için kutlayacakları bir gün. babalar günü'nde, şu dünya üzerinde babamı sevmeyen bir tek allahın kulu yokken, bir zamanlar kendisini beğenmeyen kibrimi sarsam en güzel kutulara, en renkli kurdelalara; kabul eder mi acaba?




* cümle, can yücel'e aittir.

Perşembe, Haziran 15, 2006

kırmızı şarap ve düdük makarnası

- işte böyle. ama iyileşiyorum.
- iyileşmişsin bile tavuk.
- gerçek mi?!
- evet! gayet iyisin, baksana?!
- olley! koy o zaman bir kadeh daha.

birbirini uzun zamandır görmeyen ve konuşacak çok şeyi olan bir adam ve bir kadının 70lik şarap içme isteğini niyeyse bir türlü algılayamayan dallama garsona kalecik karası sipariş ettik. içtiğim ilaçlara zerre aldırmadan yuvarladım kadehleri. çünkü mutluydum ve yanımda güvenebileceğim bir adam vardı. bir kadının böyle düzgün bir adam tanımasının, kendisine acıyarak eline hiçbir şey geçmeyeceğini anlamasının ve kendisiyle gurur duymasının ispatıydı dün gece.

ve birbirimize teşekkür ederek ayrıldık.
eve geldiğimde, kapıyı peter açtı. tatildeyken eve göz kulak olması için yedek anahtarları kendisine verdiğimi hatırladım. ve fakat peter ne eve ne de kendisine göz kulak olabilmişti. evi resmen ve alenen ve düpedüz ve su götürmez bir şekilde bok götürüyordu. ve neyse ki yer silmek, toz almak, bulaşıkları yıkamak ve küveti ovalamak muhteşem bir spordu ve vücudu taş gibi yapıyordu.

- tavuk!
- peter!
- bu kaç?
- ahahaha. üç! sarhoş değilim ki.
- peki aç mısın?
- hayır.
- ben de makarna yapmayı düşünüyordum..
- domatesli mi?
- evet..
- mısır da olacak mı içinde?
- şüphesiz..
- peki kekik? pul biber?
- kesinlikle...
- ağzımın suyu aktı peter, bak, görüyor musun?
- iğrençsin tavuk. hadi salona geç.

ben gerçekten çok şanslı bir tavuğum.

Çarşamba, Haziran 14, 2006

aşk kırıntısıyla doymaktansa

bir daha hiç aşık olamayacakmışım gibi.
bir daha hiç kimse bana aşık olmayacakmış gibi.

böyledir. süresi, yaşanan aşkın ve nefretin şiddetine göre değişir ama, hep böyledir.

kendi fotoğraflarınızı ayıklamak için dahi çift tıklayamamaktır dosyanın üzerine. sözkonusu cd'yi muhtemelen beş senede bir yapılan genel temizliğe kadar bulamayacağınız bir yere fırlatmaktır. beş sene sonra kim öle kim kala, değil mi? vay be!

insan olmaktan hiçbir zaman gurur duymadım. sevmedim hatta. ben de dahil olmak üzere, iğrenç varlıklarız zira. hanginiz iddia edebilir ki, kendi mutluluğunuzdan öte bir şeylerin olduğunu? kendi yarattıklarımızı bile bozmaya programlı beyinlerimiz. yeter ki mutlu olalım. düşünün; yaptığınız herşeyi düşünün. bir başkasına zarar veren ya da faydası dokunan herşeyi düşünün; önce kendi mutluluğunuz için değil miydi? değil miydi?! eh, hastasınız o zaman. kusura bakmayın.

böyle beylik laflar etmekten de sıkıldım esasen. gelin, basit olalım. yeterince basitiz zaten.

konumuz aşk. ''aşka inanmıyorum.'' diyen dallamalar, yazının bundan sonraki kısmını okumayabilirler, zira yazının bundan sonraki kısmı, kendilerine hiçbir şey ifade etmeyecektir.

hiç aşık oldum mu ben? şüphesiz! o'nun yanımda olmadığı her an, nefes alamayacak kadar zavallı olmamdan ve yanımda olduğu her an birbirimizi yesek dahi içimde bir yerlerde küçük bir kızın gülümsemesinden anlıyordum bunu. hani kapıyı kapatıp gitse; o kapının ardında kahrolacak kadar; ağlamaktan bayılacak kadar; ''keşke o, abim olsaydı da, hayatım boyunca benim yanımda olsaydı. beni sevmekten hiç vazgeçemeseydi. hep sahip çıksaydı bana.'' diye düşünerek angutlaşacak kadar aşıktım. ve biliyordum; çekeceğim acıları göze almıştım. birini sevmek demek, ananızın bellenmesini göze almak demek aslında. ya yol yakınken ''ay yapamıcam.'' deyip dönersiniz ve o huzurlu ama yavan hayatınıza devam edersiniz ya da yürümeye devam edersiniz. yolun sonu muammadır. yaşayarak görmekten başka çare yok. e siz bilirsiniz.

yaşadığımız her şey, aslında ödememiz gereken bir bedel. o nedenledir ki; hiçbiriniz ''ne kadar bahtsızım yahu. fak yu!'' dememeli; ben dahil. ve tuhaftır ki; herkes kendi karma'sından sorumlu. misal ben, bir zamanlar aşka inanmamanın, aşkı aşağılamanın, ağlamaktansa kahkaha atmanın ve ''seninim.'' gibi ulvi bir adanmışlıkla dalga geçmenin bedelini ödedim. o, neyin bedelini ödedi, bilmiyorum. dedim ya; herkes kendi karma'sından sorumlu işte. ve yine tuhaftır ki; bittiği zamanı biraz farkında olursanız hissedebiliyorsunuz. benimki bitti. aşık oldum, ödedim ve bitti. hala üzgünüm bir çok şey için. hala pişmanım. öte yandan bir kaç hafta öncesine dönsem, hala ''evet, ne olursa olsun, istiyorum.'' derdim. ama artık bitti. ve yapmam gerekenler de çok açık. karma'dan ders almak gerekiyor.

aşk ne yazık ki karşılıklı. bugüne kadar tek taraflısını aradım, mamafih bulamadım. karşılıklı olmasının temelini de, ''değer verme'' kavramı oluşturuyor. aşkınıza değer verilmediğini anladığınız, öğrendiğiniz ya da hissettiğiniz an, bitiyor. nedenini az evvel söyledim; çünkü kendi mutluluğumuzdan öte bir şey yok. demek ki, karşılıklı olmalı. iki taraf da el üstünde tutmalı. pamuklara sarmalı. ödü kopmalı karşındakinin aşkına zarar verecek diye. yoksa ne yaparsanız yapın; olmuyor. tek taraflı olmuyor işte. yapamıyorsunuz zaten. maya bir türlü tutmuyor. sulu ve vıcık vıcık bir şey çıkıyor ortaya. mideniz kaldırmıyorsa da böylesini, masadan kalkın gitsin, benden tavsiye. zaten eninde sonunda kalkacaksınız. ya da garson gelip hesabı ödemenizi isteyecek kibarca. giderken bahşiş bırakmayı unutmayın. ahah!

evet. sanırım bu, aşk üzerine yazdığım son yazıydı; tekrar aşık olabilene dek. ünlü türk ozanı teoman'ın da dediği gibi; ''yürürüm ipte, ağım yokken hem de; kopkoyu içim. inan çok çalıştım, bu kalpsiz dünyayı sevebilmek için.''

Salı, Haziran 13, 2006

very berry strawberry

genç kadın yağmurun sesiyle uyandı. yatağından kalkıp açık olan balkon kapısından balkona çıktı. önünde uçsuz bucaksız bir deniz vardı ve denizin üzerine çiseleyen yağmur damlaları o kadar muhteşem gözüküyordu ki; bir şebnem ferah şarkısının içindeymiş gibiydi adeta; ''beni sevmezsen, yağmurları sev.'' balkon demirlerine tutunarak aşağıya eğildi ve kumsala baktı. angelica'yı göremedi. kahvaltıda olmalıydı. ve her zamanki gibi babası zorla çilek reçeli yediriyor olmalıydı. gülümsedi.

hayatın neler götürüp neler getireceği hiç belli olmuyordu gerçekten. öyle tuhaf bir şeydi ki yaşamak; ne olursa olsun vazgeçmiyordunuz. ''tamam artık, bitti.'' diyen her insanın içinde şu kadarcık dahi olsa bir ümit kırıntısı vardı ve insanlar buna rağmen kendilerini tamamen tükenmiş göstermekten vazgeçmiyorlardı. kolpalar sizi!

genç kadın, üzerine mavi t-shirtünü ve bej şortunu geçirip kapıyı açtı. tam kapıda tombiş bir kadınla çarpıştılar.

- hacer teyzem! erkencisin.
- geç bile kaldım yavrum. hayata geç kaldığım gibi.

genç kadın, yaşlı kadının cümlelerine hasta oluyordu. görmüş geçirmiş bir insandı ve ne gördüğü ne de geçirdiği şeyleri anlatmıyordu hiç. ama çok güzel dinliyordu. en şahane psikologtan bile daha şahaneydi şüphesiz. üstelik anlıyordu da. saçma salak bir empati falan da değildi. düpedüz anlıyordu. sevgilinizin, en yakın arkadaşınızın, hatta annenizin dahi sizi anlamadığı bir dünyada, olabilecek en güzel tesadüftü hacer teyze.

- angelica'yı gördün mü?
- evet. aşağıdalar. babası zorla çilek reçeli yedirmeye uğraşıyor. kahvaltıyı kaçırma hadi. koş!
- tamam. ama akşam konuşacağız değil mi her zamanki gibi?
- tamam. ama bu sefer ağlamayacaksın.
- aşkolsun! dün ağladım mı?!
- ağlamak illa ki gözyaşı değil ki yavrum. için ağlıyor senin. halbuki bir gülümseme ancak bu kadar yakışabilir bu gözlere. hadi koş.

genç kadın gülümsedi.
canı çilek reçeli çekti birden!

Pazar, Haziran 11, 2006

a place called home

''yıldızın çok düşük.'' dedi yaşlı kadın; ''gerçekleşmeden hiç kimseye hiçbir şey anlatmamalısın.'' sonra beyaz dudaklarından birşeyler mırıldanarak beyaz bir kağıda arapça bir takım cümleler yazdı ve kağıdı sayamayacağım kadar çok sayıda katlayıp bana verdi; ''al bunu, hep üzerinde taşı. seni koruyacak.'' kağıdı yaralı bir kuş gibi avucumun içine aldım ve bir süre ne yapacağımı bilmez bir şekilde öylece tuttum. bu küçük kağıt beni koruyacaktı öyle mi? içinde tanrı'ya benimkilerden daha gerçekçi, daha samimi ve daha güçlü olabilecek nasıl bir yakarma vardı acaba ki; iyi olmamı sağlayacaktı?

iyiyim...hayatımın belki de en kırık dökük hatıraları, ''birtürlüunutamama'' hastalığından mütevellit, gözlerimin önünden gitmese de; kimbilir kaçıncı düşmanımın ''sanma ki yeryüzünde güvenilecek bir erkek var.'' cümlesi yankılanarak tekrarlanırken beynimde, tanıştığım bütün erkeklerin gözlerinin içinde güven namına ufak pırıltılar arasam da; onurlu ve gururlu bir insan olduğumu evet nihayet hatırlayıp, arkamdan ya da önümden konuşan kim varsa hayatın klozetine atıp üzerine de sifonu çekmiş olsam da; artık cevap vermekten yorulmuş olmamı haklı olduklarına, faziletli olduklarına, haysiyetli olduklarına, ah evet, süper bir insan olduklarına yoran zavallıları tanrı'ya havale etsem de; bazen iyi insan olmakla salak insan olmayı birbirine karıştırıp ''hangimiz masumuz ki?'' cümleleri kursam da; geceleri dans eden bedenlerden fışkıran testosteron ve östrojen hormonlarına daha fazla tahammül edemeyip midem bulanınca bir evin içindeki iki türk, bir ingiliz ve bir italyan tandanslı fıkra tadındaki muhabbete türklerden biri olarak katsam da kendimi; ''tavuk, yeni bikinin çok yakışmış. eskisinden daha güzel görünüyorsun. süpersin! şahanesin! bi'tanesin!'' diyen ve iyi hissetmem için yalan söylemeyi bile göze alan, hayatımda tanıdığım en deli ve en dost adama bir teşekkür bile etmesem de; başka bir ülkede yaşama teklifini annem için ve belki de tek başıma bir şeyler yapacak kadar güçlü olduğumu kendime ispatlamak için bir çırpıda reddetsem de; kaç sabahtır kumsalda küçücük kovalar ve küreklerle ve büyük bir iştahla birlikte kumlardan kocaman bir kale yapmaya çalıştığım ve annesi olmaya nasıl da özendiğim angelica'nın minik dudaklarından çıkan her şeyi anlayamasam da; iyiyim.

benden başka herkesin iyi olduğunu öğrendiğimden beri, iyiyim.

hem artık, koruyucu muskam bile var.
ve gerçekleşmeden hiç kimseye hiçbir şey anlatmıyorum.

belki, gerçekleşse bile, anlatmamalıyım artık.

Cuma, Haziran 02, 2006

halil cibran'la randevu

elimdeki yarısı yırtılmış sarı kağıda baktım. sağdaki ilk sokağa saptım. büyük evin önünde durdum. zilin üzerinde, ''H.C'' yazıyordu. bastım. son derece demir ve son derece ağır görünen bahçe kapısı kendisinden beklenmeyecek naiflikte açıldı. içeriye girdim. merdivenleri çıktım. sokak kapısının ardındaki adam, gülümsüyordu.

- hoşgeldin,
dedi.

içeride hayatımda görmediğim kadar çok kitap vardı. ama buraya kitap ödünç almak için gelmemiştim elbette. kısa kestim.

- vakit kaybediyormuşum gibime geliyor. insanlar sıçar gibi kelimeleri tüketirken, ben artık duymuyorum bile. ama onlar vazgeçmiyorlar. bu kadar iğrenç olmanın başka bir yolu daha olmalı. ünlü türk düşünürü hande yener'in dediği gibi; ''son sözü söyledim, koymadı mı?''
- sen duyduklarına inanıyorsun. soylenmeyene inan; çünkü insanın sessizliği sözcüklerden daha yakındır gerçeğe.
- vay canına! hande'ninkinden iyiymiş bakın bu laf. çok güzel konuşuyorsunuz sayın cibran.
- ikimiz de bütün becerileri, yetenekleri, bezemeleri ve düzenlemesiyle konuşma sanatını kullanma eğilimindeyiz. sen de ben de, dostlukla konuşma sanatının pek kolay uyum sağlamadığını anlamak zorundayız. yürek yalındır, yüreğin görüntüleri temel şeylerdir, oysa konuşma sanatı sosyal bir araçtır. bu nedenle konuşma sanatından yalın konuşmaya dönme konusunda anlaşalım mı?
- elbette, nasıl isterseniz. sizce ben oradan aptal gibi mi görünüyorum? bu kadar değersiz olabilir miyim? başkalarının beni böyle görmesine izin vermeli miyim?
- ah! beni aldattıklarını anlamadığımı zannedenlerle dalga geçmek için, insanların beni oyuna getirip aldatmalarından hoşlanmam, biraz tuhaf değil mi?
- çok iyi anlıyorum sizi. peki, hayatın esrarı nedir?

- hayatın bütün esrarını çözdügün vakit ölümü arzularsın. çünkü o da hayatın sırlarından biridir.
- peki ruhum nasıl kurtulabilir?
- topragın neresini kazarsan kaz, bir define bulacaksın. ancak bir çiftçinin inancıyla kazmalısın.
- evet. hakettiklerimin çok daha güzel olduğuna inanıyorum. aslında sedece kendime inanıyorum. belki size bile inanmamalıyım.
- ne söylediklerime inanmanı, ne de yaptıklarıma güvenmeni isterim. çünkü sözlerim senin aklından geçenlerin dile getirilmesinden, yaptıklarımsa umutlarının eylemleştirilmesinden başka bir şey değildir.

- sadece sevgiye inanıyorum ben.
- karşısındakine kendinden başka hiç bir şey vermez sevgi ve kendinden başka hiç bir şeyi de geri almaz. ne kendi dışındaki şeylere sahiptir, ne de kendisine sahip olunabilir.
- bu yüzden inanıyorum zaten...sizin için orda burda ''ermiş'' diyorlar sayın cibran? ne diyorsunuz?
- viski içer misin?
- ahah! içerim!
- buz?
- lütfen.

bu sıcakta içtiğim ama pişman olmadığım buzlu viski nedeniyle, yalpalayarak çıktım evden. kendimi çok daha iyi hissediyordum. hande'ye de uğrasam mı diye düşündüm, vazgeçtim.

don’t you know it’s alright?

pişmanlık denizinde tam boğulmak üzereyken, kurtuldum. hayır, kimse gelip suni teneffüs falan yapmadı. belki bazı şeyler beni karaya sürüklemiş olabilir tabi. ağladım, sızladım, titredim, kustum ve sonunda kurtuldum. kendime gelip ayağa kalkmaya çalışırken, bir kaç kişi, ellerinde battaniyeleriyle yardıma koştular. kaybettiğim bilincimle karşılaştım. ismimi bile unutmuştum, hatırladım. battaniyelerime sarındım ve ayağa kalktım.

suyun yüzeyinde kendi halimde kulaç atarken bacaklarımdan tutup beni dibe çeken tuhaf suratlı balığı unuttum nihayet. yüzü gözlerimin önüne gelir gibi oluyor ama, ı ıh. kendimi koruma psikolojime bazen ben bile şaşırıyorum. bütün suçu başkalarına yüklemeyecek kadar saygı duyuyorum kendime. ve affedecek kadar seviyorum kendimi.

teşekkürler freud!

başka denizlere dalma zamanıdır şimdi. neşeli bir bikini giyip yüksek bir kayalıktan hiç korkmadan atlama zamanıdır. dibe dalıp kum çıkarma, dalgalarla oynaşma, mercanlarla barışma zamanıdır.

ne sandınız ki?
öleceğimi falan mı?

Pazartesi, Mayıs 29, 2006

gregor samsa'ya öykünmek

gece kafanızı yastığa koyduğunuzda başka birisinizdir. sabah uyandığınızda bambaşka biri. gece ne oldu tam olarak bilmiyorum. kabuslardan kabus beğendiğimi hatırlıyorum. sürekli kaçtığımı ve sürekli kovaladığımı. bir ara peter'ın aradığını da hatırlıyorum.

- tavuk, naber?
- peter?
- evet. naber?
- iyiyim.
- bütün kum saatlerinin içindeki kum tanecikleri sayısı eşit midir?
- ne?
- sen sormuştun bana. epey bir zaman önce.
- delirmiş olmalıyım.
- delisin zaten.
- artık normal olmak istiyorum peter. bana yardım edebilir misin?
- sanmıyorum.
- öyle tahmin etmiştim ben de zaten.
- ama seni seviyorum, biliyorsun.
- ben artık kimi sevdiğimi bilmiyorum.
- iyi geceler.
- peter?
- değildir. tanecikler. kum. eşit değldir.

uyandım ve değiştim. aynı değilim artık. birşeyler oldu sanki. beş para etmez insanlara lanet okumayı, beyni hasarlı insanlara acımayı, kendime acımayı, dünya'ya acımayı, kırılmayı, gocunmayı, kıskanmayı, kendimi savunmayı, kurcalamayı, öğrenmeyi, kafa yormayı, düşünmeyi, sorgulamayı, istemeyi, arzulamayı, gözlerimi kapatmayı, gözlerimi kapatınca dahi bir şeyler görmeyi bıraktım.

duygusuzlaşmaya mı başladım, kabullenmeye mi; bilmiyorum.

Cumartesi, Mayıs 27, 2006

tuhaf iletişim kümelenmeleri

sabahtan beri, arka bahçede bir bebek köpek viyaklıyor. dayanılır gibi değil. sanırım en sonunda viyaklamaktan can verecek hayvan. sahibi olacak dallama her nerede yaşıyor ve yaşatılıyor, bilmiyorum ve fakat, kendisini ele geçirdiğim taktirde, artık yaşayamayacak, orası kesin. ben de bu işkenceyi çektikten sonra, bir daha bu kadar çok ve bu kadar uzun ve bu kadar köpek gibi ağlayabileceğimi sanmıyorum, herhangi birinin yanında. dayanılır gibi değil hakikaten. nasıl da empatik bir insanım! ahah!

nasılsınız tavuk hanım?

- işte onu tam olarak kestiremiyorum.

bu sertralin denen madde çok süper bir inhibitör. evet, ibnetor gibi bişey. bakın mesela bu kadar iğrenç bir espriyi yapmama ve hatta akabinde gülümsememe falan neden oluyor. yapacak bir şey yok. herşeye yeniden başlayana kadar, etrafımdakiler bu sessizce konuşan, gözleri dalan ve sebepsizce gülümseyen yarı deli kadınla yaşamak zorundalar.

esasen, kimse kimseyle yaşamak zorunda değil elbette. haddimi bilmeliyim sanırım. buradan yeri gelmişken, bana katlanan herkese, elimden tutup bara götürenlere, elinden tutup sinemaya götürdüklerime, kahrolası ilaçlar yüzünden bünyeyi alkole daldıramadığım için ''bira içer misin? alayım?'' sorusuna karşılık buz gibi bir ''hayır! teşekkürler.'' yanıtı alanlara, bir sese ihtiyacım olduğunda ses verenlere, ''nasılsın?'' sorusuna aldıkları cevabın akabinde ''tamam, geliyorum ve izmir'e adımımı atar atmaz seni arıyorum'' diyip daha fazla soru sormayanlara, bütün bu aptal yazılarımı okuyup benim için endişelenen dünyanın en güzel kardeşine, başlığın yaratıcısı otto kernberg'e, hayatı herşeye rağmen sevenlere, başkaları için değil, sadece kendileri için yaşayanlara, intihar etmemek için aptal serotonin haplarına ihtiyaç duymayanlara, yaptıklarından pişman olmayan ama ders alanlara, herşeye rağmen aşka inananlara, bütün yarı deli adamlara ve son olarak kayıp diyar'ı her allahın günü aynı bilgisayardan takip edip masasında son derece ciddi ve son derece takım elbiseli olarak hayal ettiğim sayın maliye bakanlığı çalışanına çok teşekkür ediyorum. hepinizi seviyorum. ahah!

Cuma, Mayıs 19, 2006

peter vs abim

- guguuukguk!


uykumu alamadım her zamanki gibi. elim ayağım kalkmıyor yerinden. nasıl tuvalete gidip çişimi yapacağım? hep bu ilaçlardan, biliyorum. uyuşmuşum. olsun. uyuşmak istemiyor muydum zaten? istiyordum. uyumak da istiyordum ama. o yüzden bu lanet olasıca kumru, gagasını kapatmalı bir an evvel.

- dinn donn!

kapı çaldı. sabahın bu saatinde gelen kim olabilir ki diye düşündüm. koca apartmanı sadece bir kova suyla yıkamayı başaran temizlikçi kadın olamaz, salı günleri geliyor o. postacı olamaz, bizim postacı kapıyı değil iki kez, hiç çalmıyor zira. mektupları, faturaları falan apartman kapısının altından sallıyor bir güzel. yoksa peter mı? ulan!

peter pan, ne zaman kendimi çürümüş, dağılmış, bozulmuş, tükenmiş ve yalnız hissetsem, gelir beni bulur. penceremden odama girmeye bayılır. kayıp diyar'ın takipçileri, kendisini çok iyi tanır. esasen tek dostumdur. abim gibidir. kardeşim gibidir. herşeyimi bilir. geceleri odamın balkonunda, sırtımızı pencereye yaslayıp yıldızlara püflediğim tek adamdır. mükemmel değildir, tıpkı benim gibi. sıkça başını belaya sokar, hata yapar, işleri karıştırır. ve o'nu bu yüzden çok severim.


- kim o?
- benim!
- abi?
- evet. sürpriiiiz!

abim, ne zaman kendimi yalnız hissetsem, en fazla telefonda ''iyi misin?'' diye sorar. pek bir şeyimi bilmez, sadece anlattığım kadarını. pencereden falan girmez, bildiğin kapıyı çalmayı tercih eder. birlikte yaptığımız ilk ve son yaramazlık, ben daha reşit bile olmamışken, balkona rakı sofrası kurup, bana da en hafifinden bir kadeh doldurmak ve ''şerefe!'' yapmak olmuştur. abim mükemmeldir. hiç bir zaman hata yapmaz. başı hiç derde girmemiştir. son derece normal bir hayatı vardır ve o'nu bu yüzden çok severim.

ahah! abim geldi. kilometrelerce uzaktan geldi. tam olarak emin değilim ama benim için geldi sanıyorum. bir anda peter'ı unuttum. peter da kim be?! ahah!

Salı, Mayıs 16, 2006

yarın, bugünden daha iyi olmayacak

- uyan!

kirpiklerim birbirine yapışmış. gözlerimi açıyorum. odamdayım. en son karların ortasındaki bir çocuk parkında, plastik bir salıncakta sallanıyordum. arkamda her kim varsa o kadar hızlı sallıyordu ki, korkuyordum ve burnum kanamaya başladı. burnumun kanadığını kimse bilsin istemiyordum. karların üzerine düşen kanın ne kadar dikkat çekici ve bir o kadar arabesk görüneceğini düşünüp, ellerimle burnumu tuttum. ve salıncak, popomun altından yavaşça kayıverdi. odamdayım. kar yağmıyor. gayet ılık bir hava var. ve burnum kanamıyor.

- kahkahalarını o kadar özledim ki.

ben de. ben de kahkahalarımı çok özledim.

hemen herkesin, ortalaması alındığında, mutluluktan daha fazla acı çektiğine inanıyorum ben de, andrew gibi. ama kimsenin acısı, kendi acısı gibi koymuyor. kimse, bir başkasına, kendisine acıdığı gibi acımıyor. ben hiç değilse ''bencilim ben.'' deme cesaretini gösteriyorum, peki ya siz? ah evet, siz. egolarınızı bilinçaltının derinliklerine gömdüğünü iddia eden siz şaşkınlar. bir başkasına yerinizi verme lütfunu gösterdikten sonra, yaka paça tutup oturduğu yerden kaldıran siz zavallılar. yaşamayı beceremedikten sonra, yaşamayı avucunun içi gibi bildiğini sanan siz küstahlar. en adi günahı işledikten sonra, kendi günahının binde birine tahammül edemeyen siz ikiyüzlüler. kim bencil? ben mi? bir daha düşünseniz diyorum.

yakın zamanda çok yakın bir dostumla aramız bozuldu. nedenlerini ifşa edecek kadar mal değilim ve fakat, benim kendisine gösterdiğim değeri ve özeni, o benden gözüme soka soka esirgedi diyeyim, anlayın siz. kendisine ayar niyetiyle yazdığım bir yazı, elbetteki yerine ulaştıktan sonra, özürler dilendi, affet lütfenler sıralandı, çok pişmanımlar saçıldı falan. ''samimiyetine inanmıyorum artık. bu aralar çok kötüyüm. toparlayınca konuşalım, lütfen.'' diye mesaj attım kendisine. yılmadı! defalarca aradı! arıyor! aramasın! vicdan azabı denen şeyin ne olduğunu çok iyi bilirim. ve bundan sonra ne kendime ne bir başkasına, vicdan azabından kurtulma şansı verebileceğimi sanmıyorum. çünkü ben, affetmiyorum. üzgünüm. bundan sonra kimse hafifleyemeyecek! bilet kesilmiştir. ve her aklı ahir insan bilir ki, kesilen bilet, iade edilmez. bir kez daha üzgünüm.

kimsenin canını yakmak istemiyorum. ruhuma yapışan bu balgam kıvamındaki öfkeyi tükürmek, yüreğimi kanırtan bu cam kesiği formundaki hayal kırıklığını cımbızla tek tek temizlemek, gözlerimdeki bu niagara misali acıyı büyük sahra misali kurutmak istiyorum. bir an önce. bunun için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım.

- şikayetiniz nedir?
- ben...ben bir tablonun içindeydim doktor. ve o tablo o kadar güzeldi ki. renklerine layık olmadığımı düşünüyordum. şimdi tablonun dışındayım. dışardan bakabiliyorum. ve gördüğüm şey, beni ürkütüyor doktor. ben nasıl böyle bir resimde yer alabildim doktor? nasıl? nasıl? nasıl?
- her sabah bir tane lustral.
- ben...o yeşilleri gördüm doktor. o yeşilleri, kırmızıları, sarıları gördüm! böyle simsiyah değildi. yemin ederim. gördüm. gördüm. gördüm.
- her gece bir tane risperdal.
- ben...ben affettim doktor. ama kendimi hiç affetmedim. hiç affetmeyeceğim.
- iki hafta sonra sizi tekrar görmek istiyorum.
- ben...ben...

keşke size çektiğim bu acının fotoğrafını koyabilseydim tam buraya. yazık ki, teknoloji, ne ruhumu ne de kendisini delik deşik eden serum şişelerini gösterecek kadar gelişmedi. çok şanslısınız!
- uyan!
- niçin? bugün dünden daha iyi değildi.

peki yarın?
yarın bugünden daha iyi olacak mı?

Pazar, Mayıs 07, 2006

enginar ve çaresizlik

gözümü camdan ayırmıyorum. bilmem kaç defa geçtiğim için, mantık olarak artık ezberlemem gereken yollara bir daha bakıyorum. seçeneklerim kısıtlı zaten. ya pencereden dışarıda akan manzarayı izleyeceğim ya da tam önümdeki 16 numaralı koltuğun yıpranmış döşemesini. taktir edersiniz ki, tam iki buçuk saat boyunca, ikincisini yapacak kadar uyuşmadım henüz. küçük minibüsümüz, enginar tarlalarından geçiyor. kapısında yüzü traş köpüğüyle kaplanmış arko adamı'nın berbat bir resminin asılı olduğu berber dükkanının önünden geçiyor. tam ortasında kafasını yola çevirmiş öylece duran bir eşeğin olduğu bahçelerden geçiyor. enginarların da, köy berberinin de, eşeğin de farkındayım. bir şeyler düşünecek gibi oluyorum ama, yapamıyorum. her şey birbirine karışıyor. düşünmek varsın filozofların işi olsun. descartes, var olmaya devam etsin. ben artık düşünmüyorum.

>minibüs duruyor. son durağa geldik. 657 sayılı kanun'a tabi olmanın güvencesini ve geri dönülmez yavanlığını yaşayan memurlar, hiç bir kanuna tabi olmamanın mutluluğunu yaşayan köylüler ve neye tabi olduğunu aramaktan artık usanmış benden ibaret olan minibüs boşalıyor bir anda. verdiğim paranın karşılığının içinde bir miktar da olsa yer alan kdv makbuzumu her zamanki gibi vermeyen şoförle göz göze geliyorum. ağzımı araladığım an, şoför gözlerini kaçırıyor. aralanmış ağzım ve ben, minibüsün kıçındaki küçük çantamı alıp oradan uzaklaşıyoruz. varsın, özbilmemne turizm ve taşımacılık ltd. aş. devletten vergi kaçırsın. vergilendirilmiş kazanç kutsal olmaya devam etsin. ben bu işe bulaşmak istemiyorum.

şehrin bir ucundan diğer ucuna, elimde küçük çantam ve aralanmış dudaklarım, nihayet varıyoruz. anahtarla kapıyı açınca, uzun süredir evin bomboş olduğunu hatırlatan o havasızlık burnuma çarpıyor. dudaklarım kapanıveriyor. koltuğa oturuyorum ve başımı ellerimin arasına koyuyorum. ve ''çaresizlik'' denen hissin, hislerin içinde en boktanı olduğu konusunda beynimle fikir birliğine varıyoruz. gerçi bi ara beynim, ''pişmanlık'' ve ''umutsuzluk'' arasında bocalıyor ama, hemen ikna ediyorum kendisini. çaresizlik, şüphesiz ki en boktanı. o oradayken ve ben buradayken, başka türlü düşünmem imkansız.

uykum var. açım. çişim geldi. sims karakteri gibi hissediyorum kendimi. uyumak istiyorum. karnımı doyurmak istiyorum. çişimi yapmak istiyorum. sonra mesela, duş almak istiyorum. birilerine sarılmak istiyorum. sevgilimle öpüşmek istiyorum. para kazanmak istiyorum. para harcamak istiyorum. salonun duvar kağıtlarını değiştirmek ve yeni bir kanepe almak istiyorum mesela. diğer mahalledeki komşuları, evime davet edip, çene çalmak istiyorum. ellerimi yukarı doğru kaldırıp, tam karşıya bakarak anlamsız sesler çıkarsam? ''heeey! müdahale etsene! bir şeyler yap! kurtar beni. ne biçim oyun oynuyorsun, tanrı aşkına?!''

koltuğuma dönüp başımı ellerimin arasına alıyorum. varsın oyunu oynayan her kimse, hayatımı save etmiş ve ekranın başından defolup gitmiş olsun. varsın yoksunluktan bayılıp koltuğun üzerine yığılıp kalayım. ben artık bu oyunu oynamıyorum.

Çarşamba, Nisan 26, 2006

i love the clouds

hayatım boyunca bulutları hep sevdim. ve güneşten nefret etmesem de, hiç bir zaman kendisinden pek hazetmedim.

psikolojide bunun bir açıklaması olduğuna inanıyorum. yani ben ve benim gibi insanlar, neden diğerleri gibi güneşli bir sabaha uyandıklarında ''lanet olsun!'' der ki? neden yolda yürürken yukarıya bakıp bir kaç bulut kümesi gördü diye sevinir ki? neden koyu ve yoğun bulutlar güneşi kapatıp alt edince siyah güneş gözlüklerini çıkartıp büyük bir müsabakada kazanan tarafmış gibi mutlu olur ki? neden televizyondaki hava durumu sunucusu ''çok bulutlu ve yağışlı'' deyince içten içe heyecanlanır ki? neden star wars/the empire strikes back izlerken, en çok bespin'deki cloud city'den etkilenir ki? neden kendisi gibi bulutsever insanlarla daha iyi anlaşır ki? mutlaka olmalı!

küçükken ben de çoğunuz gibi salaktım ve bulutların üzerinde zıplayabileceğime inanıyordum. gerçekleri öğrendiğimde, ne kadar derin bir hayal kırıklığı yaşadığımı hatırlar gibiyim. acrophobiem olmasa, bulutların tam ortasından paraşütle atlamak gibi olağanüstü bir hayalim var. ve fakat, şimdilik, sadece aşağıdan bakıyorum.''i love the clouds...the clouds that pass...up there...up there...the wonderful clouds'' der, Charles Baudelaire, The Stranger'da. bir bildiği olmalı.









Not: Fotoğraf Glen E. Friedman'e aittir.

Salı, Nisan 11, 2006

il tempo e brutto proteggi l asino

iki adam ve bir kadın. göt kadar bir barın göt kadar masasında ve göt kadar taburelerin üzerinde oturuyorlar. kadın bir an önce kalkıp gitmek istiyormuş gibi görünüyor. önündeki tekilayı, limon ve tuz formatına uygun olarak shotlayıp, adamlardan tekinin kolunu tutup çekiyor;
- hadi, gidelim.

diğer adam masada kalıyor. kalsın. kalmalı. o artık her daim o masada kalmalı. o masada bilmem kaç yüz tane tekila shot içip, can vermeli. ya da, isterse defolup evine gidebilir. kadının ve diğer adamın umrunda bile değil açıkçası.

kadın ve sürüklediği adam, tek kelime dahi etmeden eve geliyorlar. salondaki ayrı koltuklara uzanıyorlar. o sıralar kadın prozac kullanıyor. adam lithium kullanıyor. ikisi de mutsuz. ikisi de bu lanet hayata devam edebilmek için, kendilerine göre bir şeylere sığınıyorlar. ikisi de aslında karşılarına çıkacak sağlam bir aşkın, herşeyi düzelteceğine inanıyorlar ama, aşka olan inancınız yokken, bunu beklemek, büyük bir hatadır. ikisi de yaşadıkları hayattan nefret ediyorlar ama her allahın sabahı, saatin sesiyle uyanıp aynı şeyleri yapmaya devam ediyorlar. plaza denen ve içine giren insanları en başta götlerini kaldırmakla evrimleştirip başkalaştıran o boktan binalara giriyorlar. boktan mesai arkadaşlarına samimiyetsiz iyi çalışmalar dileyip, günün ilk kahvesini içmek ve ilk sigarasını zıkkımlanmak için, merdiven boşluğuna ya da sigara odalarına koşturuyorlar. kadın, daha ilk dakikadan boğulacak gibi oluyor. sürekli kadınlar tuvaletine kapanıp ağlıyor. çantasında her daim far, rimel ve siyah göz kalemi taşımasının nedeni bu. plazalar, makyajı akmış kadın çalışanları asla affetmiyor. işini iyi yapamayanları hiç affetmiyor. kurallar baştan belirlenmiş. kimse silah zoruyla orada durmuyor. istemiyorsan istifanı basar ve siktirir gidersin. hakkın olan maaşın, hesaplanıp ayın ilk günü hesabına yatacaktır, hiç merak etme.

- alo? öğle yemeğine çıkıyor musun?
- evet.
- aynı yerde mi?
- evet.
- tamam.
- tamam.
- görüşürüz.
- görüşürüz.
- ne oldu?
- ben...dayanamıyorum.
- tamam. sakin ol. hadi gel, konuşalım.
- tamam.

öğle yemeği saat 12:30 ve 13:30 arasında yenir. günlük olarak bilmem kaç ytl'dir ve elbette ayın diğer günlerinde, sürünmek ve aç kalmak istemiyorsan, bu rakamı aşmaman tavsiye edilir. nerede ve ne yiyeceğin, şirketi zerre ilgilendirmez ama saat tam 13:30'da sağlıklı, çalışmaya hazır ve güler yüzlü olarak, masanda olman beklenir. bu yüzden plaza çalışanları, genellikle uyduruk kafelerde çift kaşarlı tost ve kola ile karınlarını doyururlar. ağızlarından lastik gibi kaşarlar uzarken, birbirlerinin başarılarını sahte bir tebessüm ve iğrenç bir nefretle dinlerler. zamanı geldiğinde, hepsi birden plazaların bilmem kaçıncı katlarındaki ofislerine gitmek üzere, plazanın büyük asansörüne doluşurlar. ve mutlaka bir kaç kişi sığmayıp diğer asansörü beklemek zorunda kaldığı için, günün öğleden sonraki olan kısmının ilk stres tokatını yemiş olur.

- gidiyoruz!
- nereye?
- italya'ya!
- nasıl?
- bir yolunu buluruz. üzülme sen. her şey çok güzel olacak. bak gör.
- gerçekten mi?
- gerçekten!
- sen benim en iyi dostumsun, biliyorsun değil mi?
- biliyorum.

kadın, plazanın bilmem kaçıncı kattaki ofisine çıkarken, asansörün megafonundan, italyanca bir şarkı duyar ve gülümser. bir şeyler çözülmeye başlar. günlerdir bitmek bilmeyen karanlık, birden aydınlanmıştır. günlerdir düşüp durduğu uçurumun sonunda, muhteşem bir manzara vardır. günlerdir içinde takılı kalan ve hep aynı notayı yineleyen şarkısı, yeniden başlamıştır.

italya'ya hiç bir zaman gitmezler. gitmeyeceklerdir de.

Pazar, Nisan 09, 2006

really weary

kendimi odaya kitledim. bekliyorum. kapının yavaşça çarpmasını ve sonra gelecek olan ölümcül sessizliği...ne sessizliği be? kendini isviçre alplerinde mi sandın, allahın heidi'si! aşağıdan, yukarıdan, sağdan, soldan; her yerden ses geliyor, duymuyor musun? telefon çalıyor. kapı çalıyor. mehmet amca'nın radyosu nihavend makamında şarkılar çalıyor. dersanenin artık tiksinti veren zili çalıyor. birileri çene çalıyor.

ay yeter!

depresyon denen hadisenin kıyılarında dolaşıyorum sanırım. ama emin değilim. ''on belirtiden en az dördünü yaşıyorsanız, depresyondasınız.'' gibi gudikliklere inanmıyorum. hayat gayet yolunda giderken de patlıyor zira. ya da işte, şöyle böyleyken. hayat hep şöyle böyle değil mi zaten?

ilk depresyonuma minörken müdahale edilmişti. gerçi ben o zaman, yolda önümde son derece yavaş yürüyen, vapurda tam yanımda sigara içen, otobüste okuduğum kitabı izleyen, barda tam yanımda danseden, iş yerinde sürekli bir şeyler emreden insanlarla papaz olarak sürekli salya sümük, umutsuz ve uykusuz bir halde yaşamamın neresinin minör olduğunu düşünmüştüm. ama genç, yakışıklı, ukala ve angut psikiyatristim, kendisinin her boku şüphesiz benden iyi bilebileceğini ima edip, beni bu gereksiz düşüncemden kurtardı, sağolsun. basbaya minördüm işte. depresyonum bile minördü. bonus olarak da elimde, heyetten çıkmış şahane bir manik- depresif raporum vardı. ilaçlarımı içtim, hayal kırıklıklarımı aldırdım, kalp kırıklarımı onardım, sorumluluklarımı fırlatıp attım ve hayata yeniden başladım. işte bu kadar basit. başlangıç ve bitiş arasındaki süreçlerden ibaret hayatımızda, içinde bulunduğun durumun hiç bir önemi kalmıyor. nasıl olsa bitecek. gel gör ki bu belirsizlik ruhumu sıkıştırıyor; ''neden?''

birşeyler yapmak için neler vermezdim ama, hiçbir şey yapasım yok. daha bir kaç gün önce, düşündüğümde bile bana heyecan veren, neşe veren, coşku veren bütün o her şey gitti. tam olarak gitmedi esasen, köşede bekliyor. gölgesini görüyorum ama bir gölgeyi kovalayacak gücüm yok.


çok bitkinim.
uyuyacağım.

Perşembe, Nisan 06, 2006

konformist orospu

- herşeyin bir bedeli vardır şekerim,
dedi, ağzındaki dumanı, vişne çürüğü dudaklarından üflediği sırada. duman bir an için tam üstümüzde küçük bir girdap gibi etrafında döndü ve sonra kayboldu. elindekini bana uzattı ve kelimeler ağzının içinden tükürür gibi çıkıp suratımın ortasına çarpıverdi.

- o kadar konformistsin ki, bedel ödemeye bile yanaşmıyorsun, değil mi?

haklıydı. bütün orospular hep haklıydı zaten. belki yattıkları adamların her birinden vizite ile birlikte onların kendi doğrularını da alıyorlardı. karşılığında verdikleri bir çift meme için adil olmayan bir alışveriş belki ama, beni ilgilendirmediğinden bu düşüncemi kendime sakladım.

bağdaş kurduğum dizlerimi çözüp ayağa kalktım ve odanın penceresini açtım. dumanla birlikte pencereden dışarı uçup havaya karışmak istedim bir an için. ama fizik kurallarına aykırıydı. kahrolası pozitif bilimler. yerime döndüm. dizlerine yüzümü yerleştirip baharatlı ve pahalı parfümü içime çektim. berbat bir parfümdü. uzun tırnaklarıyla birbirine karışmış saçlarımı düzeltip okşarken, uzun zamandır böyle bir şeye ihtiyacım olduğunu düşündüm. o'nun yerine, aşık olabileceğim bir adam olsa, daha iyi olurdu şüphesiz.

uzun zamandır görüşmüyorduk şehnaz'la. şapkadaki tavşan gibi bir anda kaybolur ve sonra elinde bir şişe votkayla habersizce kapımı çalardı. şehnaz dışındaki habersiz misafirlerden nefret ederdim. şehnaz farklıydı. yaptığı iş beni hiç ilgilendirmiyordu. sürekli yaptığı işten bahseden o sıkıcı bankacılardan, avukatlardan, doktorlardan çok daha bahsedilecek bir iş yapıyordu oysa.

- nen var kuzum? hadi anlat bana.

anlattım. bilmediği ve bildiğim herşeyi oturup anlattım. beni sürekli takip eden bir takım insanları, sabaha karşı gördüğüm kabusları, bazen harfleri unutup konuşamadığımı, yazamadığımı ve hatta düşünemediğimi, aklımı kaçırmak üzere olduğumu anlattım. teki düşmüş takma kirpiğini kırpıştırıp yüzüme baktı.

- akıl hemen hemen her şeyi yapabilir, akıl dışına bile çıkabilir. bu da onun deliliği. catherine clement, şeytanın orospusu'ndan. ama sana bir şey söyleyeyim mi; orospu olduktan sonra, kimin orospusu olduğunun bir önemi kalmıyor tatlım,
dedi. ayağa kalkıp eteğini çekiştirdi. aynanın önünde saçlarını düzeltip vişne çürüğü rujunu tazeledi ve kapıyı çekmeden önce kelimelerini yüzüme tükürüverdi;

- bu hayatta hepimiz birilerinin orospusuyuz, kadın ya da erkek. tadını çıkar.


haklıydı. hep haklıydı zaten.

Cuma, Mart 31, 2006

afiyet olsun

çok ayıp oldu kadına. yani teyzeme. teyze dediğin, anne yarısı ne de olsa ama, yeryüzünde birbirine bu kadar ve hiç bir yönden benzemeyen iki kardeş yoktur büyük ihtimalle. neyse. ayıp oldu işte. kaç defadır fırın makarnanın tarifini istiyor benden. daha önce hiç öylesini yememiş ya, götüm kalktı, kadına iki çiziktirip veremedim bir türlü tarifi.

sevdiğin birine yemep yapmak; öyle bir görev gibi, bir hobi gibi, bir ''bir tabak daha?'' gibi bir şey değildir. çok daha fazla bir şeydir. ama işte, gel de anlat bunu, hazır mutfağı, ananemin tabaklarını tek tek dizdiği, çiçekli örtüler ve küçükten büyüğe dizili baharat kavanozlarıyla bezeli o küçük mutfağına tercih eden zamane kadınlarına. herkes anlayamaz. anlamasın.

ben, sevdiklerime mutfağa kapanıp yemek yapmaya devam ederken, bir kağıda yazmalı tarifi güzelce. benim çocukluğum, annemin, mutfak çekmecesinin en alt rafına sakladığı, kahverengi kaplı yemek tarifleri defterini karıştırmakla geçti ne de olsa. taşındığımız her evde, niyeyse çok sık taşınıyorduk, aynı yerini aldı kahverengi kaplı yemek tarifleri defteri. annem artık o zaman, işinden ayrılıp ev hanımı olmuştu ve her ev hanımı gibi, hanım hanımcık arkadaşları arasında düzenlenen bilmemne günlerinde arsızca tüketilen pasta, börek ve çöreklerin tariflerini biriktirmek gibi bir hobi edinmişti. o kahverengi defterde, çocukluğum boyunca asla yemediğim ve muhtemelen de bundan sonra yemeyeceğim, yüzlerce pasta, börek ve çörek tarifi vardı. hepsi, annemin el yazısıyla, sanki yanlarında en estetik inciler haltetmişçesine yazılıydı. ''gülfeza'nın pastası'', ''gülten'in keki'', ''aynur'un su böreği''. zannedersin bu pastayı gülfeza yarattı, bu keki gülten keşfetti ve bu böreği mutfağında sıkıntıdan patladığı sırada aynur icat etti. ömürleri boyunca, doğurdukları evlatları dışında bir şeyler üretmiş olmanın hazzını yaşayamayan kadınlara, bu kadarcık telif hakkını çok görmezsiniz sanıyorum. ben görmedim.

defterin bütün sayfaları, ellerimin yazı yazmak, sayı saymak, tokalaşmak ve ''hoşçakal'' manasında sallamaktan çok daha önemli bir şeye, yemek yapmaya yaradığını keşfettiğim andan itibaren; margarin, kakao, salça ve bir takım yiyecek lekeleriyle süslenmeye başlamıştı. ve annem, her seferinde, soğanları kavurduktan, hamura yumurta kırdıktan, kremaya kakao ekledikten sonra ''afiyet olsun'' dilemişti.

o zamanlar gerçekten de afiyet oluyordu. evde kimse yokken, defteri elime geçirip de hayatımdaki ilk mozaik pastayı yaptığımda da; annem ve babam uzak bir yerlere gitmişken, niyeyse çok sık gidiyorlardı, abimin karnı acıkınca önlüğü belime dolayıp biraz deneysel takılarak hayatımın ilk pirinç pilavını pişirdiğimde de; mutfağa iyice ısındığımda artık nihayet popomdan bir takım tarifler uydurup herbirine birbirinden ilginç isimler verdiğimde de; sevdiğim insanları çağırıp fırın makarna yaptığımda ve tüm borcamı silip süpürdüğümüzde de, afiyet oluyordu.

teyzemin tarifini yazdım. en sonuna, iyi niyetimi belirten dileği ekledim. afiyet olsun bakalım. artık pek olmuyor ama, olduğu kadar.

Pazartesi, Mart 27, 2006

gökkuşağı

tırnakları morarmış. oysa dışarda ılık bir bahar havası var. köşedeki manav, tezgahın önüne en kırmızı çileklerini, en yeşil çağla bademlerini yerleştirmiş. deniz tarafından martı sesleri geliyor. kumrular oynaşıyor. kediler çiftleşiyor. sahi bahar gelmiş. oysa baharın rengi mor değildir. olmamalı.

yüzü sapsarı. oysa içinde bir yerlerde, içinin tam ortasında, beyniyle değil, kalbiyle sevdiği bir adam var. beyninin fişini çekmiş. makinaya bağlı ve bir an önce ölmesi beklenen bir hasta gibi. kalbi ise tıkır tıkır çalışıyor. kalbine giden damarlarda, kan değil, başka bir sıvı var. sarı bir sıvı. iltihap gibi. oysa kanın rengi sarı değildir. olmamalı.

gözleri simsiyah. oysa, dünyanın bütün renklerini seviyor. fosforlu yeşili bile seviyor. fosforlu yeşili nasıl kabullendiyse, herşeyi öyle kabullenmek istiyor. elinde bin bir türlü renk barındıran bir palet ve yüzlerce fırça var. karşısındaki resmi yeniden boyamak istiyor ama, o iğrenç yeşile dokunmayacak. geri kalan yerleri en güzel renklerle boyamalı. ama şimdi resim, palet, fırçaların sertleşmiş uçları, bardaktaki su, herşey simsiyah görünüyor. oysa bu resmin rengi siyah değildir. olmamalı.


sahi, sen hiç gökkuşağı gördün mü?
görmelisin!

Çarşamba, Mart 22, 2006

hiç

ve gökyüzüne baktım...

küçük, kırmızı ve dikenli yıldızlar parlıyordu... denizyıldızları.
derken biri kaydı, arkasında sümüksü bir sıvı bıraktı. midem bulandı, penceremi kapadım.
gördüğün gibi; her şey yer değiştirdi, her şey alt üst oldu.

peki ya sen?
sen bir kayığa atlayıp kanbay körfezi'ne doğru kürek çekmekle kurtulabileceğini mi sandın? seni hindistan bile paklamaz! hele annenin sesi, hiç paklamaz! yine hep o dipte bir yerlerde duran yalnızlığın peydahladı bakıyorum. bütün dünyaya meydan okumaya niyetli. ona karşı çıkabilecek misin? onu altedebilecek misin? buna gücün var mı?

- insanlar, yaşamlarının, olasılıklardan en çok korktukları dönemlerinde aşık olurlar. birisine aşık olabilmek için bu olasılıkların birer engel, zorunlu birer engel olarak algılanmaları şarttır.

- ne?

adam phillips'in osuruktan cümlelerini çözemeyeceğim şimdi. hiçbir şeyi çözemeyeceğim. çok zor geliyor. herşey çok zor geliyor.

hayat devingen bir şey, anlamadın mı hala?
evet, beni seveceksin ama bir gün başka birini seveceksin. evet, şu an mutlusun ama yarın göz yaşı dökeceksin. evet, en kısa zamanda geleceksin ama yine gideceksin. evet, hiç bir şey sonsuza kadar sürmüyor. oysa ben hep öylece durmak istiyorum. sonsuz olmak istiyorum. ya da belki bir hiç olabilirim. hiç olmak, sonsuz olmaktan daha güzel geliyor kulağa.

acaip fikirler dolaşıyor kafamda. yaratıcımın bana bu kadar çok yaratıcılık bahşetmesi hiç adil ama; ne demişler, adalet mülkün temelidir.

Çarşamba, Mart 01, 2006

mamma miaaaaaaa!

mozarella peyniri, pepperoni, dana salam, kıyma, mantar, yeşil biber, soğan ve siyah zeytin mutfakta karşılaşır. başka bir yerde karşılaşmaları mantık olarak imkansızdır zaten. mozarella peyniri herkesi zarif gülümsemesiyle selamladıktan sonra der ki;

- hazır mısınız?

pepperoni, çapkınca göz kırpar ve cevap verir;

- libidom çok yüksek.

derken içeriye kırmızı önlüğü ve aynı renk şapkasıyla aşçı girer. yeşil biberi alıp muslukta soğuk su ile güzelce yıkadıktan sonra ince ince doğramaya başlarken, soğanın gözyaşları çoktan yanaklarından süzülmeye başlamıştır. işte tam bu esnada, telefon çalar ve aşçı ahizeyi kaldırır.

- alo?
- hayattaki en güzel şeylerden biri her işi bırakıp yemek yiyebilmektir.
- kimsiniz?
- luciano pavarotti.*çot*dıııtdııtdııtdııt*




o değil de, aşık iki insanın yatakta pizza yemesi kadar ulvi bir eylem olabilir mi şu hayatta?

Çarşamba, Şubat 01, 2006

işinize gelirse

kendimi sadece bindiğim otobüsten değil; diğer yolculardan, sözcüklerden, soluklardan, kokulardan ve hatta kendimden bile uzak tutmamı sağlayan, tekli koltukta oturmuşum. ön panele asılı ekranda daha önce izlediğim bir çizgi film akıyor. ses yok. izlemek isteyen, önündeki kulaklıkları koltuğunun yanındaki sisteme takıp izleyecek. takıyorum ama sesini açmıyorum. sürekli bir ihtiyacım olup olmadığını soran muavine her defasında kafamı hayır anlamında sallıyorum. duymuyormuş gibi yapmak işime geliyor.

gariptir ki, daha önceden bu anı senaryolaştırmıştım ve müzik dinlerken gözlerim yoldaki erimek üzere olan karlara takılı, yüzümde hüzünlü bir ifade, beynimde bin bir türlü düşünce, kalbimde de ufak kırıntılar olmalıydı. oysa kelimenin tam anlamıyla boş hissediyorum kendimi. dışardan kendime bakabiliyorum ve herhangi bir insan gibiyim. hiçbir farkım yok.hiçbir özelliğim yok. otobüste çizgi film izleyen sıradan biriyim ben. sıradan biri olmak işime geliyor.

ne kadar zaman sonra bilmiyorum, uyanıyorum. çizgi film bitmiş. kulaklıklarım düşmüş. yolcular deri koltuklarında iyice kaykılmış. dışarda beyaz karların arasında bir çoban ve küçük bir koyun sürüsü görüyorum. sürünün küçüklüğüne nasıl karar verdim, bilmiyorum. bilmemek işime geliyor. koyunlar bembeyaz karların üzerinde o kadar pis bir sarımtrak renginde ki, hepsini karların altına gömmek istiyorum. çobanı da kendi köyüne yollayabilirim pekala. mutlu son! mutlu sonlar işime geliyor.

ben de kendi evime gidiyorum. otobüsün tekerleklerinin katettiği her bir kilometrede, annemin yüzüne ne kadar yaklaşıyorsam; sevdiğim adamın yüzünden o kadar uzaklaşıyorum. haz ve acı arasında bir yerlerdeyim.


oysa arada bir yerlerde olmak, işime gelmiyor.

Çarşamba, Ocak 04, 2006

zavallı mısır patlağı

ve kapı çaldı.
delikten baktım, bir şey göremedim. ''kim o?'' dedim, ''benim'' dedi, ''patlamış mısır tanesi.'' hemen açtım. perişan görünüyordu. üşüyordu. içeri buyur ettim. içeri girer girmez ağlamaya başladı. ''saçmalama!'' dedim, ''güçlü ol biraz!, anlat hadi?'' anlatmaya başladı. tuz fazlaymış, tavadan düşmüş, bla bla bla.


''gel buraya'' dedim, avucumun içine aldım, usulca yastığıma koydum. üzerini de örttüm. uykuya daldı hemen. tam ''ulan birayla ne iyi giderdi halbuki, hımm?'' diye düşünürken telefon çaldı. pop corn birliği başkanı benimle görüşmek istiyormuş. görüşsün dedim, bağladılar. tehdit etti beni. teslim etmeliymişim derhal. kabul etmedim elbette. ''ağzına zıçarım senin'' dedim, korktu, kapattı telefonu.

o değil de,
''hiç başlamadan biten aşklar doldurur oldu günlerimizi'' diye bir cümle takılmış aklıma; kimden, nerden duyduysam. mırıldanırken kendi kendime, patlamış mısır tanesi uyandı,
''aşk...hiçliktir zaten.'' dedi,
uyudu yine.

duygusal pezevenk!