sanki hiçbir şey değişmemiş. odam aynı. eşyalar aynı; fazladan bir perde var odada, içeri güneş ışığı girmesin diye çekilmiş, en koyusundan. ben aynıyım. yine aynı boşluk. yine aynı bir yerlerdeki o bitip tükenmeyen bir kaç ümit kırıntısı.
belki bu yüzden gidiyorum hep. olduğum yerde duramıyorum bir türlü.
bir keresinde, yine böyle gitmiştim. ve kendimi isveçli bir sevgilisi olan beyaz sakallı fransız bir amcanın bahçesinde, mangalda yaban domuzu sucuğu yerken ve kırmızı şarap içerken bulmuştum. amca o kadar tatlıydı ki, elimizdeki fransızca, ingilizce ve türkçe sözlüklerle anlaşmayı beceremeyince, güzel bir fransız şarkısında beni dansa kaldırmıştı. ne babam yaşında bir amcayla dans ederek ahlak kurallarının içine sıçtığım için, ne de o gün hayatımda ilk defa domuz eti yiyerek dini kurallara uymadığım için pişman oldum. herşey son derece güzeldi. şarkı güzeldi. şarap güzeldi. domuz güzeldi. hayat güzeldi.
ama işte...bilirsiniz...bir şeyler eksikti.
o eksik olan şey, kesinlikle hemen yanımda oturan, siyah saçları omuzlarına dökülmüş, t-shirtünün altından köprücük kemikleri gözüken ve burnu güneşten iyice yanmış o adam değildi. hayır değildi. hiçbir tereddüte mahal vermeden ''hayır!'' dedim. ''bir eksiklik, gittiğinde daha büyük bir boşluk yaratacak bir şeyle doldurulmalıdır. ve o, sen değilsin.''
marijuanalardan saçlarıma taç yapsan ne çıkar ki? ben erkeğin zeki, çevik, ahlaklı, mantıklı, dengeli ve şefkatlisini severim.
hani, aslında aç değilsinizdir ama canınız bir şeyler çeker. ve canınızın çektiği şey, esasen bedeninizin ihtiyacı olan şeydir; tuzlu, tatlı, acı, ekşi, sıvı, her neyse. benim ruhum da böyle. kesinlikle aç değil. sadece küçük bir teselli peşinde. ve bu teselli yüzlerce değişik yöntemle alınabilecekken, tam da ihtiyacı olan şeyi çekiyor canı. istese en minisinden bir etek çekip altına, kendini en çılgın partilere de atabilirdi. istese kalan parasının tamamıyla tansaş'tan alkol alıp, bütün bir gün duvarlarla konuşabilirdi. istese kendisine göz kırpan adam(lar)a dil çıkarabilirdi. istese kimbilir kaçıncısının ''seni seviyorum.'' cümlesine ''ben de'' diye karşılık verebilirdi. ama istemiyor. çılgın partileri kaldıracak kadar neşeli değil. duvarlarla konuşacak kadar delirmedi. bir çırpıda sarf edilen ''seni seviyorum'' cümlesine artık inanmıyor. başka bir şey çekiyor canı. tam da ihtiyacı olan şeyi. annesinin bitmez tükenmez, nasıl karşılıksız, nasıl da ısrarcı ve kendisini deli eden sevgisini; babasının ''hatırlıyor musun fatoş? sen küçükken 'ben hiç evlenmeyeceğim, ölene kadar babama bakacağım' derdin. ehehe..bak kayısılar da bal gibi olmuş, az önce kopardım.'' takılmalarını istiyor canı. ulan kimi kandırıyorum ki? tek istediğim, sırtımda çantayla ''ben geldiiiim!'' dediğimde, biri mavi biri yeşil iki çift gözde yansıyacak o pırıltı. gerisi hikaye. adım da fatoş değil üstelik. ahahaha! ah be baba!
velhasıl, gidiyorum. çok uzaklara değil ama, bir gün çok uzaklara gideceğimi bilerek, belki sadece bu hayalle, belki bu hayalde ''hoşçakal'' diyeceğim birilerinin olmamasını ümit ederek, kısa bir soluk alıyorum ve gidiyorum.
when the morning comes i will be gone.
no more waiting,
no goodbyes.