Cumartesi, Kasım 11, 2006

ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

- sence mesaj atayım mı?
- ne diye?
- işte bu gece olanların nedeninin o'nu tamamen kaybetme korkumdan kaynaklandığını ve aslında o'nu ne kadar çok sevdiğimi falan filan?
- bence atma. hatta sakın atma. ama nasıl olsa beni dinlemeyeceksin.
- yoo, dinleyeceğim.
- ama dinlememelisin. içinden ne geliyorsa onu yapmalısın. yanlış bile olsa. atmak istiyor musun?
- evet.
- iyi. at öyleyse.

''terzi, kendi söküğünü dikemezmiş.'' atasözünün geçerliliğini kanıtlarcasına, bir adama ki kendisi arkadaşım olur; ''kurtarmak'' istediği ilişkisi hakkında ahkam kesiyorum.

tuhaftır ki, etrafımı saran bu ilişki patlamasında, en son sevdiğim adamın (artık sevmiyor muyum yani?) gözlerini görmeyeli, sesini duymayalı, kokusunu (neydi? chanel egoist miydi?) içime çekmeyeli epey oldu ve ben tuhaf bir şekilde içime döndüm. kendim dışında hiç kimseyle ilgilenmiyorum. ''aşığız biz, ehehhe'' modundaki insanlara hafifçe gülümserken ''salak mıdır nedir bunlar?'' düşüncesi geçiyor aklımdan ve engelleyemiyorum. galiba bu, şuna benziyor; hani canın çok fazla çikolata çeker. seratoninin o kadar düşmüştür ki, bir parça çikolata için ölebilirsin bile. ve en yakın markete gidersin, bir kaç paket çikolata alırsın, yemeye başlarsın. ve çikolata o kadar güzeldir ki, ikinci paketi de açarsın. ama ilk paket kadar lezzetli değildir. (evet, bkz: azalan marjinal fayda. ahahha! üniversitede okuduğum dersin günlük hayatta bir boka yarayacağını düşünmemiştim hiç daha önce.) sonra üçüncü paketi açarken tam, aslında daha fazla yemek istemediğini düşünürsün. ve dolaba koyarsın. hayır, saklarsın ki senden başka kimse yemesin. üzerine bir bardak su içersin ve mutlusundur artık.

evet evet. tam olarak böyleyim sanırım.

zamanında yalnız kalmamak adına o kadar kasmışım ki kendimi, aslında yalnızlığımı sevdiğimi unutmuşum. bakma etrafımdaki bu kalabalığa. ördüm yine duvarımı, hiç biri geçemiyor ki bu tarafa.