Perşembe, Aralık 11, 2008

the quince




...arabadan inmek için bir bacağımı dışarı çıkartıp bir gece önce boyadığım çizmelerimle yere basıyorum. çizmelerim tertemiz. simsiyah. pırıl pırıl. yerler çamurlu. önemli değil. parasını verip kendi mülkiyetime geçirdiğim eşyalarla aramda hep bir sorun oldu zaten. onlara hakettikleri özeni hiçbir zaman gösteremedim. benim eşyalarım hep vaktinden önce bozuldu, çizildi, kırıldı ve parçalandı. önemli değil.


orta yaşlı bir adam, az ilerdeki çeşmede yıkadığı ayvalardan birini elime tutuşturuyor.

- şurasını kuşlar yemiş.

diyor.

- kalanını da ben yerim.

diyorum.

teşekkür edip küçük bir kısmını kuşların yediği en büyük ayvayı alıp kemirmeye başlıyorum. o sırada bir kaç ''klik'' sesi duyuluyor. benim bir kaç fotoğrafımı çekiyor. daha sonra o'nun odasında bilgisayarda o fotoğraflarla oynayacağız. ben o'nun kucağında oturmuş o'na sarılırken; o gözlerimi kocaman yapacak, burnumu küçültecek, saçlarımı kızıla boyayacak ve güleceğiz. her şey geride kalırken dökeceğimiz göz yaşları umrumuzda bile olmayacak. niye olsun ki zaten?






bundan sonra ne zaman ayva görsem, hep o günü hatırlayacağım.



Perşembe, Aralık 04, 2008

i don't expect anything

artık konuşmaya korkuyorum. ne zaman ağzımı açsam, çıkmaması gereken bir kelime fırlayacakmış gibi hissediyorum aradan. ve bütün kötü şeylerin sebebi bu kelime olacakmış gibi. halbuki ne kadar saçma? bir şeyler güzelse, zaten güzeldir. konuşsam da, sussam da güzeldir. güzel olarak kalacaktır!



çok fazla bir şey istemiyorum oysa. dalgaların sesini duyabileceğim ve yosunların kokusunu alabileceğim bir sahilde, sevgilimin bacaklarına saçlarımı serip, ellerini dudaklarıma koyup, o bana saçma sapan bir şeyler anlatırken öylece uyumak istiyorum...şimdi düşündüm de, çok şey istiyormuşum. hmm. o zaman hiçbir şey istemiyorum tamam. dalgalar da, yosunlar da sizin olsun!






i don't expect anything
i don't expect anything
i don't expect anything
i don't expect anything
i don't expect anything
i don't expect anything to change when i leave.

Çarşamba, Kasım 05, 2008

rip it up and start again

hayat çok tuhaf. üstelik vapurlar bile sıradan kalıyor bazı şeylerin yanında. mesela, bir an için hiçbir şeye sahip değilken, bir anda her şeye sahip oluyorsun. öyle ki, daha evvel gözüne batıp seni rahatsız eden birtakım küçük eksiklikler, artık herhangi bir önem arzetmiyor. ve buna sadece dokunmasını bilen bir adamın dokunuşu neden olabiliyor.



- çok güzel olduğunu söylemiş miydim?



söylemiştin. o gece söylemiştin. ama yüzlerce kez de söylesen, ben bıkacak gibi değilim.

Cumartesi, Ekim 25, 2008

yasakladınız da ne oldu?

bu post'umu bu ülkede herhangi bir şeyi ''zararlı'' buldukları için, o şey ile ilgili bütün bileşenleri ''yasak''lamaktan başka bir şey yapamayan ''zihniyet''e ithaf ediyorum.



çünkü biz, bu ülkede yaşayan yetişkin insanlar olarak, ''yanlış'' etkilenebileceğimiz sitelere girip çıkma ''ehliyet''ine sahip değiliz. kafamız basmıyor. illa ki birilerinin bize ''bu siteye giremezsiniz!'' diye uyarması, yönlendirmesi, engellemesi gerekiyor. kaldı ki doğruyu yanlışı bile ayırtedemiyoruz. hepimiz ne görsek, ne okusak, ne izlesek, neye şahit olsak; hemen inanıyoruz, etkileniyoruz. zira hepimizin zeka yaşı; üç, bilemedin beş.



tek tek bütün siteleri kapatın. hatta ben olsam, interneti de kapatırım.



çünkü biz, siz orada olduğunuz sürece, hiçbir şey haketmiyoruz!

Çarşamba, Ekim 22, 2008

now you're one year older


sabah abim aradı.




- tavuk! bilgisayarda bir program buldum. doğum tarihini giriyorsun. tam olarak kaç yaşındasın hesaplıyor. seninkini hesapladım. 28 çıktı. 29 olmamışsın yani. hala 28'sin. üzülme. eheh. doğum günün kutlu olsun!




sırasıyla teknosa, yemeksepeti, migros, ideefixe, turkcell, digiturk, hepsiburada, iş bankası, eski sevgilim, ailem ve elbette canım ciğerim arkadaşlarım, dünyaya geldiğim bu muhteşem günü kutladılar sağolsunlar varolsunlar. ben onlarla varım. ama itiraf etmem gerekirse, annem olmasaydı esamem okunmazdı. kadına hakkını vermem lazım.



mevzubahis günlere pek ihtimam göstermeyen biri olarak, yine de zorla d&r'a girmek suretiyle ahmet hamdi tanpınar'ın saatleri ayarlama enstitüsü adlı kitabını aldırdım ya kendime hediye olarak, daha da bir şey demiyorum.




Çarşamba, Ekim 08, 2008

ortaköy'de sensiz bir kez daha kumpir yedim



gerçi bu defa yalnız değildim. yanımda içine hangi malzemeleri istediğini tek tek söylemekten üşendiği için ''karışık olsun!'' diyen biri vardı. benim gibi.



beşiktaş'tan ortaköy'e yürürken düşünmek için epey vaktim oldu. sokak kedileriyle o bankta oturup kumpir yememin üzerinden koca bir bir sene geçmiş. çok şey değişmiş. artık yanımda olmaman umrumda değilmiş mesela. hoş, bu defa yanımda olmasını istediğim hiç kimse yok.



özgürlük belki de böyle bir şeydir.
özgürlük; bir eylül akşamında, güneş battığı sırada, ketçap bulaşan parmaklarını yalarken, karşındakinin anlattığı hikayeye gülümseyebilmektir.

Çarşamba, Ekim 01, 2008

ben votkamı alıp geliyorum o zaman

gelme!



yaklaşık yarım saatimi, yaşadığı en büyük çılgınlığın ''bir gece bir anda karar verip istanbul'dan çıktım ve ankara'ya gittim. buluştuk. ertesi sabah geri döndüm.'' olduğunu iddia edecek kadar yüzeysel ve benim buna prim vereceğime inanacak kadar salak bir adama; hayatın aslında bu olmadığını anlatmakla geçirdim. yarım saatte anlayabildi mi; bilemiyorum. ne yazık ki ayırabilecek daha fazla zamanım yoktu. bence yarım saat çok bile.



hepimiz zamanında yaptık böyle şeyler. aslında sevgiye açtık. şefkate açtık. birileri saçlarımızı okşasın, gözlerimizin içine daha önce hiç görmediği bir rengi görüyormuş gibi baksın, ellerimizi kendi ellerine kenetlesin istiyorduk aslında. oysa sadece heyecan istiyoruz sandık. saatlerce süren sert bir sevişmeyle mutlu oluruz sandık. fena halde yanıldık. ertesi sabah, karşısında çırılçıplak olmaktan utandığımız yabancı bir insanı gördüğümüzde, yerde dağılmış kıyafetlerimizi toparlayıp alelacele üzerimize geçirdiğimizde, aramızdaki bağın nasıl bir bağ olduğunu bilememenin verdiği tedirginlikle kahvesini nasıl içeceğini sorduğumuzda, bir daha görüşüleceğinden bile emin olamadığımız için ağzımızdan bir ''görüşürüz'' bile çıkamadığında; fena halde yanıldığımızı anladık.



eskiden olsaydı, hayatım boyunca hiç görmediğim, sesini bile duymadığım, nasıl biri olduğu hakkında en ufak bir fikrimin olmadığı; fakat bir sebeple nerdeyse bir yıldır msn listemde olan bu adama votkasını alıp gelmesini söyleyebilirdim. artık o kadar çılgın değilim; eğer bu hala bir çılgınlık sayılıyorsa?



- aradığın kişi, ben değilim. benimle vakit kaybetme.



eh, bu cümleden sonra, ben olsam içkiye tövbe ederdim.

Cumartesi, Eylül 27, 2008

love is just a four letter word*

bu defa içmiyorum. alkol beni hiçbir zaman bağrına basmadı zaten. halbuki bu dengesiz ve hüznü seven halime nasıl da güzel uyum sağlardı. mükemmel bir çift olabilirdik. çok iyi anlaşabilirdik. insanlar bizi parmakla gösterebilirdi.



- bak, şu köşedeki sersemtavuk değil mi? nasıl da sarhoş olmuş. kendinden geçmiş. yazık...



neyse ki, migrenim var! migren sahibi bir insansanız, canınız da çekse, ortama ayak uydurmak zorunda da olsanız, hayatınızın en bunalım arabesk filmini çekmek için dayanılmaz bir arzu da duysanız, götünüzü de yırtsanız; fazla içemezsiniz. zira ertesi sabah uyandığınız anda yaşayacaklarınız o kadar berbat olacaktır ki, bir koltukta gerçeklerle yüzleşmeyi tercih ederseniz. işte ben de, daha fazla uzatmadan kucağımdaki sıcak su torbasına sarılarak, her bir gerçekle, tek tek yüzleştim. vardığım sonucu elbette ki burada paylaşmayacağım ama şunu söylemek isterim; hayat, gerçekten çok basit. ve biz onu zorlaştırmak için elimizden geleni yapıyoruz.



sevgili hayat;



artık seninle mücadele etmeyeceğim. sen nasıl istersen, öyle olsun. şimdiye kadar hep öyle olmadı mı zaten?



* bir bob dylan şarkısıdır. ama siz joan baez'den dinleyin.

Cuma, Eylül 19, 2008

falling down my lonely eyes

mutfak tezgahının hemen üzerindeki açılmamış bir şişe kırmızı şarap ve bir adet bıçak duruyorken, bir kadın neden yere diz çökmüş ağlar?


evet. bildiniz.


şarabı açamamıştır.


sonunda açabildim. içiyorum. birazdan bitecek sanırım. bitsin. bu da bitsin. beyaz olanı da daha ben ne olduğunu anlamadan bitmişti zaten. bir gün dolabı açmıştım. şişeyi aldım. bardağı aldım. mantarı çıkardım. bardağı şişenin ağzına yaklaştırdım ve...aman. boşverin. hatta dur küfredeyim. belki rahatlarım; siktiredin!


10 yıl sonra da böyle olacak, biliyor musunuz? değişen hiçbir şey olmayacak. 10 yıl sonra, bu defa daha güzel bir evde, elimde daha kaliteli bir kırmızı şarapla, daha büyük bir pencereden, daha geniş bir manzaraya bakarken ve gözyaşlarım daha ipek masa örtüsüne düşerken diyeceğim ki;


''beni kimse sevmiyor!''


çok içtim ve çok içmişken bile ajitasyondan nefret ederim.


......






dağılın!

Salı, Eylül 02, 2008

daha mutlu olamam


hayat, hiç olmadığı kadar muhteşem. ufak tefek kusurları yok değil ama ben bu hayatı böyle sevdim. kedim de şaşı mesela ama kafamı göbeğine gömüp uyuyacak kadar çok seviyorum o'nu. kaldı ki benim de ayaklarımdaki serçe parmaklarımın tırnakları yok gibi bişey mesela. herhangi bir şeyi, olduğu gibi kabullenip gerçekten sevmek, o şeye verebileceğiniz en güzel hediyedir. en az, bir kaç ay sonra açmaya başlayacak nergisler kadar güzeldir hem de.




bozcaada'daki adonis pansiyon'da kalanlardan, cumartesi gecesi çıkardığımız seslerden kaynaklanan verdiğimiz geçici rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. ama en kısa zamanda yine yapacağız. çünkü mutluluk paylaştıkça çoğalır.




teşekkür ederiz.


Salı, Ağustos 05, 2008

strawberry fields forever

markete kendimi atar atmaz reçel kavanozlarının olduğu reyona doğru yürüdüm. çok mutsuzdum. birisi beni durdurmazsa eğer, bütün reçelleri sepete atıp kasadan geçirebilir ve herbirini evde salonun ortasındaki sehpaya dizip saatlerce izleyebilirdim. çilek, incir, kayısı, şeftali, ayva, gül, vişne, ahududu; güçlerimizi birleştirelim!


elbette, sadece ekstra geleneksel kiraz reçeli ve lavoba açıcı alıp marketten ayaklarımı sürüyerek çıktım.


bir adamı beklerken bu evin penceresinden bakmayı seviyordum. şimdi geçen bütün arabaların rengi kırmızı olsa ne çıkar ki? bu sokaktan bir daha kırmızı araba geçmeyecek! yarın belediye başkanı ile konuşacağım. bütün kırmızı arabalar bir alt sokaktan geçsinler bir zahmet. beni üzmesinler. üzmeye hakları var mı? bence yok. yani olmasa iyi olur.


her neyse. hayat sabah kahvaltısında bir dilim ekmeğe reçel sürüp yutmaya çalışarak devam ediyor en nihayetinde. john lennon'un da dediği gibi:

yalan şu dünya,
her şey kelek.
her şey boş.
çilek tarlası....


hay a.k!

Çarşamba, Temmuz 09, 2008

sevişen yaramaz çocuklar gibi

birden bire oldu. yağmurun sesi ve kokusu, kadının burun deliklerinden içeriye girerken hava da aydınlanmaya başladı. temmuz'un ortasında yağan bir yağmur ve sadece bir kez gördüğü bir adama sarılma isteği bir araya gelir de, buna bir muzice denmez mi?


bence denir.


- sabah seni uyandırmamı ister misin?


sabah olduğunda, adamın bedeni, kadının kaç zamandır dizginlenemez ruhunu sakinleştirdi. onu aldı. sardı sarmaladı. öptü. kokladı. saçlarını okşadı. zevk bağışladı. doyurdu. yorgun bir şekilde yatakta uzandıklarında daha fazla direnmeden uykuya teslim oldular. iki insan seviştikten sonra birlikte uyumayı becerebiliyorlarsa, her ikisi de bir kez daha sevişmeyi haketmişler demektir.


ertesi gün bütün gün birbirlerini düşündüler. bütün bu koşuşturmacanın, aptal planların, günlük rutinlerin, toplantıların, sunumların, müşterilerin ortasında bir an durup birbirlerine ait oldukları anı düşündüler.



beni istediğin zaman uyandırabilirsin.

Pazartesi, Haziran 23, 2008

on yüz bin baloncuk

klasik bir pazar öğleden sonrası. çok sıcak. kapı pencere açık. hafiften bir esinti geliyor ara sıra. perdeler şöyle bir uçuşuyor gibi oluyor. sonra yine sıcak. buz gibi suyun altında bir kaç dakika boyunca duruyorum. bir şeyler yapmalı ama ne? acaip yalnız hissediyorum kendimi. sözümona havuza gidecektik bugün. o kadar da pembe puantiyeli yeni bir bikini almıştım. aynı renk krem farım bile vardı havuz başında şık ve güzel olmayı başarabilen kadınlara biraz olsun benzeyebilmek için. ama evdeyim. yalnızım. herkes bir yerlere dağılmış gibiy. oysa herkes tam o anda benim gibi duşun altında vakit öldürüyor, biliyorum. bu böyle olmaz. süper seksi iç çamaşırlarına bir avuç dolusu para bayılıp sonra onlarla masturbasyon yapacak kadar acınacak haldeymişim gibi ne bu iç sıkıntısı allah aşkına? haydi kalk. güzelce giyin. saçlarını da ör öyle ıslak ıslak. sokağa adımını attığın anda kuruyacaklar zaten. hafif de bir makyaj yap. flip floplarını geçir ayağına, istanbul'un duman tüten asfaltına inat. tak bezden çantanı da koluna. herkes kendi yoluna. hadi bakalım. eminim güzel bir sürpriz beni bekliyor dışarda.


aaa bu ne? aylar önce almıştım ben bunu semt pazarından. çocukluğum tutmuş demek ki. aaa doluymuş içi. hemen on yüz bin baloncuk çıkarmalıyım! olley!







not: sürpriz gerçekten beni bekliyormuş. ama ben baloncuklara dalıp biraz geç kalmışım. :(

Pazar, Haziran 15, 2008

yeniden başlat

malum, sonbahar çocuğuyum. böyle söyleyince ''orospu çocuğu'' gibi oluyor ama o kadar da kötü değil. biraz melankoli, biraz hüzün, biraz ibişlik katıyor işte insana, hepsi bu. hal böyleyken, insanların genelde ''kış depresyonu'' olarak yaşadıkları olayı, biz yazın yaşıyoruz. o güneş böyle coşkuyla dolmuş da patlayacakmış gibi parladıkça, biz büzüşüyoruz. etrafta libidoları tavan yapmış genç erkekleri ve genç kadınları gördükçe korkuyoruz. sürekli gülümseyen insanları ''bu kadar mutlu olacak ne var, ha?'' diye azarlayasımız geliyor. herkes yaz tatili için üç bin beş yüz yıldızlı tatil köylerinde rezervasyonlarını yaptırmış, tatile çıkacakları günün gelmesini iple çekerken biz planımızı soranlara kibarca bir bok yapmayacağımızı ve evde oturacağımızı söylüyoruz. kimse bizi anlamıyor.


derken, bu sabah balkonda oturmuş kahvaltıya eşlik eden çayımı içerken ve kendi kendime okan bayülgen sanki karşımdaymış gibi ''pınar beyaz bitse çok üzülürüm okan'cım'' gibi bir takım reklamlardan aşırma repliklerle eğlenirken, birden bire gök gürlüyor. kafamı kaldırıp, indirip, tekrar kaldırmam arasında geçen o kısa sürede güneşin altında neşe içinde oynayan parktaki çocukların yerini, yağan doludan kaçışanlarla terkedilmiş bir park alıyor. inanılmaz bir görüntü. çok acıklı. kendimi acaip mutlu hissediyorum. öyle ki, çok mutlu olduğum anlarda yaptığım gibi annemi arıyorum.


- anne??
- ne oldu? ne var?
- dolu yağıyor burada!
- aaa?
- evet ya çok güzel. bir anda oldu herşey. çok acaipti. kimse kalmadı dışarda. herkes kaçtı. arabalar bile ağaçların altına çektiler kendilerini.
- ay üşüme sakın!
- ya anne ben ne diyorum sen ne diyorsun ya?
- ay pencereleri camları kapat!
- oha? duydun mu sesi. gök gürledi. hadi kapatıyorum.
- pencereleri de kapat, duydun mu?
- ya gerçekten anlamıyorsun değil mi?
- manyak olduğunu mu?
- evet?
- anlıyorum.
- teşekkür ederim anne. öpüyorum.


tam da depresyona girmek üzereydim ve haziran ayının bana attığı kazığa bak. ahah! mümkün değil bu durumda kendimi koyvermem. kapanıp yeniden başlayacağım, karar verdim.

Salı, Mayıs 20, 2008

run lola run!

koştum... koştum... koştum... hiç durmadan, saatte 9 km hızla koştum. dakikalarca...nefesim kesilene kadar. sırtımdan kalçalarıma sıcak damlalar süzülene kadar. tükenene kadar. koştum... en nihayet arkamdan bir ses duydum belli belirsiz; ''biraz mola verin isterseniz?!'' ah, tabi. iyi olur. kaptırmışım kendimi. bir şeyler düşünüyor olmalıydım ki, kocaman bir spor salonunun bir köşesinde, aptal bir koşu bandının üzerinde, amaçsız bir şekilde hiç durmadan koştuğumu unutmuşum. varacak hiçbir yer yok üstelik. sadece koşuyorum. aksi zaten mümkün değil. mal gibi durduğum anda bütün bedenim arkaya doğru hızlı bir şekilde geri gidecek ve ayaklarım yerden kesildiği gibi kafayı yere çarpacağım. pekmezim akacak. bu sahneyi çok düşündüm. neyse ki önümdeki ipi çekip aleti durduruyorum. ''abarttım sanırım?'' diye salak bir şekilde gülümsüyorum antranöre. bir nevi hamster olmuşum. oysa bu hayatta en son olmak istediğim şey şirin ve komik olmak. al işte, yine bir hata yaptım. ben bu hayatta ne kadar çok hata yapıyorum tanrı'm!


bu aralar odaklanma sorunu yaşıyorum. evet. odaklanmama değil, odaklanma. çok fazla odaklanıyorum yani. kendimi kaybediyorum resmen. pek farkında olmadan odaklanıyorum sanırım. e bu da çok saçma oldu. odaklanmanın ruhuna aykırı. odaklanmak demek tdk'ya göre, odaklama işine konu olmak demekmiş. oww! aman ne açıklayıcı tanım. adeta kelimenin bütün anlamını iliklerimde hissettim. kelimelere takılmayalım en iyisi. şunu bilelim yeter, canım hiç sıkılmıyor bu aralar. ama buna karşılık hissedememek gibi bir bedel ödüyorum. anladınız mı? anlamadınız. neyse.


bilmemkaçıncı defadır love is here dinliyorum mesela. eskiden olsa şimdiye kadar ya şarkıyı değiştirmiş olurdum ya da çoktan gözlerim dolmuş olurdu. james benim için sadece şarkı söylüyor deminden beri oysa.


değil mi james?

Pazartesi, Nisan 07, 2008

bungle in the jungle

uçak gittikçe yükseliyor. 30e numaralı koltukta oturuyorum. sağ kanadın hemen arkasındayım. en sevdiğim yer. uçak yükseldikçe hemen altımızdaki toprak küçülüyor ve biz bulutların ortasındayız. orgazm olmak gibi bir his. şu an yaptığım işi yapmasaydım, pilot olabilirdim. bir pilot olsaydım da ''şu an yaptığım işi yapmasaydım, fahişe olabilirdim.'' diye bir cümle kuracaktım muhtemelen. şu hayatta her şey bir muamma.


gökyüzü parçalı bulutlu olduğu için, biz yükseldikçe yere yansıyan uçağın gittikçe küçülen gövdesine bakıp düşünüyorum: işte yine dönüyorum. oysa daha bir kaç saat evvel havaalanı servisinin manyak şoförü önümüzdeki bütün araçları sollarken camdan dışarı bakıp ağlıyordum. neyse ki gözümde güneş gözlüklerim vardı. bu şehir, bütün bana aitliği ve yaşanmışlıklarıyla üzerime üzerime gelirken, belki de gitmenin daha iyi olacağını düşünmekle ne kadar iyi bir karar verdiğimi bir kez daha anlayıp ağlıyordum.


geri döneceğimi bile bile.


havalaanında kapıların açılmasını beklerken, 30 yaşlarında bir kadının salonun ortasında bağıra çağıra ve aksanlı bir ingilizceyle telefonda konuşması bile beni bu düşüncelerden ayıramamıştı. sadece kadının türk olduğunu farkedebilmiştim ki farketmemek imkansızdı. elimdeki salvatore kitabından mıdır, tipimden midir yoksa havaalanının verdiği ambianstan mıdır bilinmez; yine 30 yaşlarında genç bir adamın yanımdaki koltuğu gösterip ''is it free?'' demesi ve akabinde benim ''you bet!'' dememe ne buyrulur?


geri döneceğimi bile bile...


yine de taksiden inip, tıka basa dolmuş sırt çantamla birlikte kendimi kapıdan attığım zaman, bu evi bile ne kadar özlediğimi fark ettim. şüphesiz ki, izmir kadar çok yaşanmışlık biriktir(e)memişti. belki bu yüzden nefes alabiliyordum. belki bu yüzden gözlerim herhangi bir noktaya takılı kalmıyordu bu evde. öyle ya? kaç kişi girdi ki şu kapıdan? kaç kişi şu minderde oturdu ki? kaç kişi bu yatağa yattı? kaç kişi ben ağlarken saçlarımı okşayıp ''ağlama, yeter artık.'' dedi? bu ev sadece air wick'in lavantalı oda spreyinden kokuyor. her 36 dakikada bir fıs! bu evde bu kadar rahat nefes alabiliyorsam sebebi bu olmalı.


geri döneceğimi bile bile.


bakalım daha ne kadar bu ''iyilik valla ne olsun'' kisvesi altında yaşamaya devam edeceğim. lavanta kokusu olmasa da olur. yeter ki nefes alabileyim.

Pazar, Ocak 13, 2008

çok mutsuzum be blog!

"asıl olan mutsuzluktur...başlangıçta mutsuzluk vardı. hep öyle olacak. hep cehennem, hep anlamsızlık, hep cezalanma. ama bu yenilgi adam edecek gene bizi. yenilginin verdiği haysiyet. her şeyi bitmiş bir insanın bağımsızlığından daha kutsal, daha insanca ne var?...'' *


öncelikle şunu belirteyim: mutsuz falan değilim. yani şu anda değilim. pekala yarın sabah uyandığım zaman olabilirim. belki de olmam. bilmiyorum. bir kaç ay sonra da olabilirim. aniden şirketteki masamda otururken ve yapmak istediğim işin bu olmadığını bir kez daha anlamışken olabilirim mesela. ya da sevdiğim adamın sesi telefonda hasta geliyorsa ve benim kısa zaman içersinde o'nun yanında olabilmemin mümkünatı yoksa olabilirim. ya da en sevdiğim kitabımın üzerine kahve dökülmüşse olabilirim. örnekler çoğaltılabilir. belki de sorun şu: sizin ''ay içimde tuhaf bir sıkıntı var.'', ''keyfim yok.'', ''biraz yalnız kalmak istiyorum.'' ve benzeri şekillerde yansıttığınız ruh halini ben lafı hiç de dolandırmadan direkt ''mutsuzum, evet.'' şeklinde tagliyorum. ve çoğunuz anlayamıyorsunuz bunu. anlamanızı da beklemiyorum zaten. hiçbir zaman beklemedim.


zamanında, bu blog henüz yorumlara açıkken, bir okuyucunun (okuyucu mu? ahjahaja! köşe yazarı sansaydım kendimi?!) ''biraz neşeli olun canım? aaa! hayatı sevin, hayat her şeye rağmen güzel.'' tandanslı yorumundan sonra anlamıştım; insanlar bunu anlamamak bir yana, üstelik bir türlü kabullenemiyorlar da. sanki ''mutsuzum.'' demek bünyemde hiç geçmeyecek lanet olasıca pis bir virüs taşıdığım anlamına geliyor. bütün etrafıma bulaştıracağım bu virüsü. oysa çok mutsuz bir adamla çok mutlu olduğumu söylemem de inandırıcı gelmeyecek size, farkındayım. sanki mutsuz geldim mutsuz gideceğim bu dünyadan. yahu yaşamayı sevmiyorum diyen kim? keşke öyle bir test olsa da, gün içersinde en çok içinden gülümseyip ''eheh. güzel bişey ya hayat. evet.'' diyenleriniz arasında sayısal olarak hatrı sayılır şekilde sizi solladığımı görüp göt olsanız falan ama...yok ne yazık ki. mutluluk dediğimiz şey ölçülebilir bir kavram değil zira. ama anlayamadığınız da şu: permanent de değil. (hah! işte şimdi köşe yazarı oldum.)


siz orda burda ''bıktım mutsuz kadınlardan!'' diye ağlaşırken, ben bir kez daha sadece ve sadece mutsuzluğu kabul edebilecek bir adamla mutlu olabileceğime inanıyorum. bu vesile ile, ''kadınlar'' kategorisinden ''mutsuz kadınlar'' alt kategorisine şahsımı da dahil ettiğiniz için minnettarım.


mutsuz ve zeki olmak değil ki derdim. tek derdim, herkesin mutlu ya da mutsuz, haddini bilmesi.




* turgut uyar

Salı, Ocak 01, 2008

hoşgeldin 8005!?

yeni bir yıla, çoğu insanın girdiği gibi içilen sigaraların dumanından göz gözü görmeyen, patlayan anfiden karşıdakinin ne dediği anlaşılamayan, kadehlerdeki alkol oranından karşıdakinin ne dediği anlaşılsa bile herhangi bir cümle kurulup cevap verilemeyen bir ortamda değil de, evimde girdiğim için, güne oldukça erken ve enerjik başladım. ilk işim, masanın üzerinde duran kremalı mantarlı makarna tabağını çöpe dökmek ve bitiremediğim şarap şişesini buzdolabına koymak oldu. esasen nefis bir şaraptı. fransız kadınları gibiydi. hayatımda hiç bir fransız kadının tadına bakmamıştım ama, öyleydi. kendime sosisli yumurta ve çaydan mütevellit bir kahvaltı hazırlayıp televizyonun karşısına geçtim zira en sevdiğim program başlamak üzereydi: spongebob squarepants! al işte. bir koca yıl daha geçmişti ve benim televizyonda en sevdiğim program hala aptal bir çizgi filmdi.


kahvaltım ve spongebob eşzamanlı olarak bitince, tepsiyi lavabonun içine aynen koyup aldığımdan beri sadece annem geldiği zaman topladığım ve diğer zamanlarda sürekli yatak pozisyonunda kalan koltuğuma yayıldım ve lost'un ikinci sezonunu izlemeye kaldığım yerden devam ettim. sanıyorum 4 ya da 5 bölüm izlemiştim ki, birden canım koşmak istedi. evet evet! koşmak. üzerime montumu ve ayaklarıma koşu ayakkabılarını geçirdim. telefonum çaldı. f. arıyordu. açtım.

- kardeşim! naber?
- ne olsun. nasıl geçti dün gece?
- süperdi! acaip eğlendik. çok içmişiz. şu anda içerde bir kadın var.
- ahah! dünden kalma mı?
- evet abi. gönderdikten sonra bilahare arar anlatırım. sen ne yaptın?
- hiç.
- ne yapıyorsun peki?
- koşmaya gidiyorum.
- koşmaya?


f. ye 1 ocak sabahı herkesin bir adım atacak hali kalmadan uyanmadıklarına, içlerinde pekala benim gibi insanların da olduğuna ve herkesin herkesi olduğu gibi kabul etmesi gerektiğine ikna edip yatak odasındaki kadından bir evvel kurtulması konusunda da şans dileyerek telefonu kapadım. ve koşmaya başladım!

uzun zamandan sonra spor yapmaya başlayınca beden ''noluyor lan?'' tepkisi veriyor ilk dakikalarda. örneğin, dalak şişiyor, kalp deli gibi kan pompalıyor, kulaklar uğulduyor, akciğerler oksijenden boğulacak gibi oluyor ve bacaklardaki kaslar yorgunluktan çığlık atıyor. hiçbirini takmayıp kulağımda bağıran thom'a içimden eşlik ederek koşmaya devam ettim. çamların arasından koştum. muhtemelen liseye yeni başlamış ve el ele tutuşup birbirlerine muzipçe gülümseyerek bankta oturan bir çiftin arasından koştum. muhtemelen birlikteliklerinin birinci yılını doldurmuş ve artık sevişmelerinin tadı çamlıca gazonun gazı gibi kaçtığı için birbirlerinin elini öylesine tutup farklı yerlere bakan bir çiftin arasından koştum. yeşil eşofmanlarıyla 70 yaşından sonra sağlıklı bir hayata merhaba diyen yaşlı bir amcanın hemen arkasından koştum, kendisini geçmek saygısızlık olurdu. belediyenin yaptığı dandik spor aletlerinde ''vici vici'' sesliği eşliğine pedal çeviren başörtülü teyzenin arasından koştum. arabaların, bisikletli iki adamın, basket oynayan acaip yakışıklı bir sarışının, binaların ve diğerlerinin arasından koştum.

tuhaftır ki insan koşarken, daha doğrusu spor yaparken kafasını gerçekten boşaltıyor. çünkü düşünmeye çalıştığım hiçbir şeyin ucunu yakalayamadığımı farkettim. bedenim çalıştıkça zihnim adeta duruluyordu. acaip hoşuma gitti bu. her fırsatta bunu yapmaya karar vererek eve dönmek üzere adımlarımı yavaşlattım.

mahallenin köşesindeki, kapısında dükkanın iç tarafından yazıldığı için ''hoşgeldin 8005'' yazan tekel bayiinin yanından geçerken hala çizgi film izleyecek kadar büyümediğimi ama bazı şeylerin değişmesi için yattığımız koltuklardan kalkmamız gerektiğini bilecek kadar da olgunlaştığımı düşünüyordum. bunca zamandır beklediğim adam gelmemişti. bugün gelmesi gerekiyordu oysa. tam o köşede biraz soluklanmak için durdum. hazır durmuşken, tam o köşede, bütün herşeye katlanıp, şansımı sonuna kadar zorlayıp, kalbimi kanayana kadar acıtıp, en sonunda, yolun artık dönülemeyeceğini sandığım o noktasında, amerikan filmlerindeki süper güçlü kadın karakterlerin o tavır ve aksanıyla ''it's over!'' deyiverdim. sadece o'na değil. o'nun yerine koyduğum herkese. yanlış anlaşılmasın. hepsini sevdim. ama biri hariç, hiçbirini bir kaç ay içinde gerçekten deli divane olacak, vazgeçemeyecek, tapacak, her daim yolunu gözleyecek ve ''it's over.'' diyemeyecek kadar çok sevmedim. bu yüzden belki kısa aralıklarla bir diğeriyle tanıştım, hayatıma buyur ettim, aslında hiç inanmasam da inanmış gibi yaptım.

eve gelince, buzluktan eti çıkarıp patatesleri soymaya başladım. hala nefes nefeseydim. yo hayır, koşmaktan falan değil. sadece aslında tek istediğimin o'nun gelmesine dair kendimi kandırdığımı nihayet görmüş olmanın heyecanıydı. ve hayat en az fransız şarabı kadar güzeldi. yani...sanırım.