kendimi sadece bindiğim otobüsten değil; diğer yolculardan, sözcüklerden, soluklardan, kokulardan ve hatta kendimden bile uzak tutmamı sağlayan, tekli koltukta oturmuşum. ön panele asılı ekranda daha önce izlediğim bir çizgi film akıyor. ses yok. izlemek isteyen, önündeki kulaklıkları koltuğunun yanındaki sisteme takıp izleyecek. takıyorum ama sesini açmıyorum. sürekli bir ihtiyacım olup olmadığını soran muavine her defasında kafamı hayır anlamında sallıyorum. duymuyormuş gibi yapmak işime geliyor.
gariptir ki, daha önceden bu anı senaryolaştırmıştım ve müzik dinlerken gözlerim yoldaki erimek üzere olan karlara takılı, yüzümde hüzünlü bir ifade, beynimde bin bir türlü düşünce, kalbimde de ufak kırıntılar olmalıydı. oysa kelimenin tam anlamıyla boş hissediyorum kendimi. dışardan kendime bakabiliyorum ve herhangi bir insan gibiyim. hiçbir farkım yok.hiçbir özelliğim yok. otobüste çizgi film izleyen sıradan biriyim ben. sıradan biri olmak işime geliyor.
ne kadar zaman sonra bilmiyorum, uyanıyorum. çizgi film bitmiş. kulaklıklarım düşmüş. yolcular deri koltuklarında iyice kaykılmış. dışarda beyaz karların arasında bir çoban ve küçük bir koyun sürüsü görüyorum. sürünün küçüklüğüne nasıl karar verdim, bilmiyorum. bilmemek işime geliyor. koyunlar bembeyaz karların üzerinde o kadar pis bir sarımtrak renginde ki, hepsini karların altına gömmek istiyorum. çobanı da kendi köyüne yollayabilirim pekala. mutlu son! mutlu sonlar işime geliyor.
ben de kendi evime gidiyorum. otobüsün tekerleklerinin katettiği her bir kilometrede, annemin yüzüne ne kadar yaklaşıyorsam; sevdiğim adamın yüzünden o kadar uzaklaşıyorum. haz ve acı arasında bir yerlerdeyim.
oysa arada bir yerlerde olmak, işime gelmiyor.