yeni bir yıla, çoğu insanın girdiği gibi içilen sigaraların dumanından göz gözü görmeyen, patlayan anfiden karşıdakinin ne dediği anlaşılamayan, kadehlerdeki alkol oranından karşıdakinin ne dediği anlaşılsa bile herhangi bir cümle kurulup cevap verilemeyen bir ortamda değil de, evimde girdiğim için, güne oldukça erken ve enerjik başladım. ilk işim, masanın üzerinde duran kremalı mantarlı makarna tabağını çöpe dökmek ve bitiremediğim şarap şişesini buzdolabına koymak oldu. esasen nefis bir şaraptı. fransız kadınları gibiydi. hayatımda hiç bir fransız kadının tadına bakmamıştım ama, öyleydi. kendime sosisli yumurta ve çaydan mütevellit bir kahvaltı hazırlayıp televizyonun karşısına geçtim zira en sevdiğim program başlamak üzereydi: spongebob squarepants! al işte. bir koca yıl daha geçmişti ve benim televizyonda en sevdiğim program hala aptal bir çizgi filmdi.
kahvaltım ve spongebob eşzamanlı olarak bitince, tepsiyi lavabonun içine aynen koyup aldığımdan beri sadece annem geldiği zaman topladığım ve diğer zamanlarda sürekli yatak pozisyonunda kalan koltuğuma yayıldım ve lost'un ikinci sezonunu izlemeye kaldığım yerden devam ettim. sanıyorum 4 ya da 5 bölüm izlemiştim ki, birden canım koşmak istedi. evet evet! koşmak. üzerime montumu ve ayaklarıma koşu ayakkabılarını geçirdim. telefonum çaldı. f. arıyordu. açtım.
- kardeşim! naber?
- ne olsun. nasıl geçti dün gece?
- süperdi! acaip eğlendik. çok içmişiz. şu anda içerde bir kadın var.
- ahah! dünden kalma mı?
- evet abi. gönderdikten sonra bilahare arar anlatırım. sen ne yaptın?
- hiç.
- ne yapıyorsun peki?
- koşmaya gidiyorum.
- koşmaya?
f. ye 1 ocak sabahı herkesin bir adım atacak hali kalmadan uyanmadıklarına, içlerinde pekala benim gibi insanların da olduğuna ve herkesin herkesi olduğu gibi kabul etmesi gerektiğine ikna edip yatak odasındaki kadından bir evvel kurtulması konusunda da şans dileyerek telefonu kapadım. ve koşmaya başladım!
uzun zamandan sonra spor yapmaya başlayınca beden ''noluyor lan?'' tepkisi veriyor ilk dakikalarda. örneğin, dalak şişiyor, kalp deli gibi kan pompalıyor, kulaklar uğulduyor, akciğerler oksijenden boğulacak gibi oluyor ve bacaklardaki kaslar yorgunluktan çığlık atıyor. hiçbirini takmayıp kulağımda bağıran thom'a içimden eşlik ederek koşmaya devam ettim. çamların arasından koştum. muhtemelen liseye yeni başlamış ve el ele tutuşup birbirlerine muzipçe gülümseyerek bankta oturan bir çiftin arasından koştum. muhtemelen birlikteliklerinin birinci yılını doldurmuş ve artık sevişmelerinin tadı çamlıca gazonun gazı gibi kaçtığı için birbirlerinin elini öylesine tutup farklı yerlere bakan bir çiftin arasından koştum. yeşil eşofmanlarıyla 70 yaşından sonra sağlıklı bir hayata merhaba diyen yaşlı bir amcanın hemen arkasından koştum, kendisini geçmek saygısızlık olurdu. belediyenin yaptığı dandik spor aletlerinde ''vici vici'' sesliği eşliğine pedal çeviren başörtülü teyzenin arasından koştum. arabaların, bisikletli iki adamın, basket oynayan acaip yakışıklı bir sarışının, binaların ve diğerlerinin arasından koştum.
tuhaftır ki insan koşarken, daha doğrusu spor yaparken kafasını gerçekten boşaltıyor. çünkü düşünmeye çalıştığım hiçbir şeyin ucunu yakalayamadığımı farkettim. bedenim çalıştıkça zihnim adeta duruluyordu. acaip hoşuma gitti bu. her fırsatta bunu yapmaya karar vererek eve dönmek üzere adımlarımı yavaşlattım.
mahallenin köşesindeki, kapısında dükkanın iç tarafından yazıldığı için ''hoşgeldin 8005'' yazan tekel bayiinin yanından geçerken hala çizgi film izleyecek kadar büyümediğimi ama bazı şeylerin değişmesi için yattığımız koltuklardan kalkmamız gerektiğini bilecek kadar da olgunlaştığımı düşünüyordum. bunca zamandır beklediğim adam gelmemişti. bugün gelmesi gerekiyordu oysa. tam o köşede biraz soluklanmak için durdum. hazır durmuşken, tam o köşede, bütün herşeye katlanıp, şansımı sonuna kadar zorlayıp, kalbimi kanayana kadar acıtıp, en sonunda, yolun artık dönülemeyeceğini sandığım o noktasında, amerikan filmlerindeki süper güçlü kadın karakterlerin o tavır ve aksanıyla ''it's over!'' deyiverdim. sadece o'na değil. o'nun yerine koyduğum herkese. yanlış anlaşılmasın. hepsini sevdim. ama biri hariç, hiçbirini bir kaç ay içinde gerçekten deli divane olacak, vazgeçemeyecek, tapacak, her daim yolunu gözleyecek ve ''it's over.'' diyemeyecek kadar çok sevmedim. bu yüzden belki kısa aralıklarla bir diğeriyle tanıştım, hayatıma buyur ettim, aslında hiç inanmasam da inanmış gibi yaptım.
eve gelince, buzluktan eti çıkarıp patatesleri soymaya başladım. hala nefes nefeseydim. yo hayır, koşmaktan falan değil. sadece aslında tek istediğimin o'nun gelmesine dair kendimi kandırdığımı nihayet görmüş olmanın heyecanıydı. ve hayat en az fransız şarabı kadar güzeldi. yani...sanırım.