Cuma, Haziran 30, 2006

merak etme iyiyim

hatıraları yaşanmamışçasına harcarken çıkıyorsun hep karşıma. şu an uykusuzluktan bayılacak gibiyim. midem bulanıyor. gözlerim küçülüyor. ağzım yamuluyor. ellerim titriyor. yine de sana bir ''iyi geceler'' demeyi ihmal etmiyorum.

- buralardayım. telefonumu, msnimi, herşeyi biliyorsun. istediğin zaman...

diyorsun.

- teşekkür ederim.

diyorum.

ne isterdim biliyor musun? hani saçma sapan yazılarını okuttuğun o gün vardı ya. kalabalıktık. ben üç kişilik bir koltuğun en köşesine büzülmüştüm. bana ''seni seviyorum. ama istemiyorsan başkasını seveceğim.'' diyen adamın işte o başkasıyla az ilerde sevişmesini izliyordum. elimde yarısı yenmiş bir çokoprens vardı. ''seni seviyorum'' cümlesinin gerçek anlamını çözmeye çalışıyordum. sen geldin sonra. ayaklarımın ucuna kıvrıldın. bana bir not defteri uzattın. ''okusana.'' dedin. işte o günkü gibi kalsaydık hep. sen her şeyi bilen ama hiçbir şey bilmediğini sanan genç adam olsaydın; ben de hiçbir şey bilmeyen ama her şeyi bildiğini sanan genç kız.

sadece ben değil, ikimiz de büyüdük.
ve ikimiz de harcadık hatıraları.
yine de;
teşekkür ederim.

Salı, Haziran 27, 2006

ultraviolet colours of summer

- rahatsız etmiyorum değil mi?
- hayır...
- sizi daha önce görmüşmüydüm?
- evet...
- siz o musunuz?
- evet...

gülümsüyor. gölgelerimiz akşam güneşinin altında iyice uzayıp sandallara vuruyor. onun gölgesi benimkinden beş altı santim daha uzun. öylece duruyoruz. neden sonra kayalıkların üzerinden yanyana yürümeye başlıyoruz. sert bir rüzgar esiyor. ürperiyorum. kollarımdaki güneşten iyice sararmış tüyler diken diken oluyor. bir an üzerime bir şeyler örtmek için bir şeyler arıyor. oysa ikimizin de beyaz tshirt ve jeanden ibaret bir moda anlayışımız var. çaresizce bakıyor.

- üşümüyorum ki!
- hayır, üşüyorsun. hadi gel.

önce kendisi atlıyor sonra da ellerimden tutup duvardan aşağıya indiriyor beni. aramızdaki rüzgar bizi saçlarımızla birlikte bir anda ikinci çoğuldan ikinci tekile savuruyor. uzaklardan bir yerden balıkçı motorlarının gürültüsü geliyor. böyle susmak ne güzel. kendimizi anlatmaktan yorulmuşuz besbelli. ne ben o'nu ne o beni tanımak için can atıyoruz. bir rüzgar daha esiyor. parfümümün kokusu burnuma kadar geliyor. yeni bir parfüm aldım. eskiye dair bir tek kokular kalmıştı. daha doğrusu sadece benim kokum.

artık o da yok.

- rakı içer misin?
- içmez miyim?!

gülümsüyorum.

Cumartesi, Haziran 24, 2006

nasıl geçti habersiz

işte yine aynı yerdeyim...

sanki koca bir yıl geçmemiş de, ben, bu sıcak ve portakal suyu kokan internet kafeden hiç çıkmamışım. hayatım kaldığı yerden devam ediyor gibi. birazdan sahile ya da eve gideceğim. sabah erkenden kalkıp taze ekmek ve gazete almaya gideceğim. köy kahvesindeki amcalarla gençliğimin kıymetini anlayana kadar gazete okuduktan sonra eve dönerek en güzel bikinimi giyip denize gideceğim. bütün günü yüzerek ve güneşlenerek geçirip tekrar eve döneceğim ve taze fasülye ile karpuzdan mütevellit akşam yemeğimi yedikten sonra buraya, bu sıcak ve portakal suyu kokan internet kafeye geleceğim. ve bir kaç gün içinde yalnızlığımı özleyip kediyi de alarak eve döneceğim. ve gerisi çorap söküğü gibi gelecek.

kaldığım yerden devam edeyim öyleyse...


ayaklarımda yürüyen minik karıncaları umursamıyorum. bahçedeki ağaçtan kopardığım kayısılarla kahvaltı yapıyorum. hamakta uzanıp batan güneşi ve hemen önümde uzanan sokakta, oyun oynayan çocukları izliyorum; 15 sene önce benim de aynı sokakta aynı oyunları oynadığımı hatırlayarak. gecenin bir vakti, cibinliğin içinde uyanınca kendimi bir an prenses gibi hissediyorum. kızgın kumlardan serin sulara dalıp balıklarla dansediyorum. tenceredeki ara sıra karıştırılan soğan misali hafif pembeleşiyorum. jet-skide hava atanlara inat, plaj şemsiyesinin altında sakin ve sessizce kitabımı okuyorum. daha doğrusu, hemen yanımdaki şezlongta i-pod dinleyen adamla birlikte okuyoruz. adam, sayfaları çevirme hızıma yetişemiyor. bilmiyor ki, ben, bu sayfalarda aslında kendi hayatımı okuyorum. yavru bir kedinin hayatını kurtarıyorum. kardeşime acıyı anlatıyorum ve o'ndan mutluluğu dinliyorum. anneme ve babama sakızlı dondurma ısmarlıyorum. annem ve babam, kendi paralarından ısmarlanan dondurmaları yerken gülümsüyorlar.

''seni nasıl böylesine hırpaladılar? aşk sözcüğünü duyar duymaz karmakarışık korkulara kapılıp gitmene; iki insanın birbirine en yakın olması gereken zamanlarda, uçuruma yuvarlanır gibi kendi içine dönmene; bakman, istemen ve sorman gerektiğinde başını eğmene; bedenin çırılçıplakken kafanı yastıkların altına gömmene kim neden oldu? senden neyi esirgediler?''*

sonrası, aynı kitaptaki gibi...bitimsiz bir suskunluk oluyor.

* aslı erdoğan /mucizevi mandarin

Çarşamba, Haziran 21, 2006

i will be gone

sanki hiçbir şey değişmemiş. odam aynı. eşyalar aynı; fazladan bir perde var odada, içeri güneş ışığı girmesin diye çekilmiş, en koyusundan. ben aynıyım. yine aynı boşluk. yine aynı bir yerlerdeki o bitip tükenmeyen bir kaç ümit kırıntısı.

belki bu yüzden gidiyorum hep. olduğum yerde duramıyorum bir türlü.

bir keresinde, yine böyle gitmiştim. ve kendimi isveçli bir sevgilisi olan beyaz sakallı fransız bir amcanın bahçesinde, mangalda yaban domuzu sucuğu yerken ve kırmızı şarap içerken bulmuştum. amca o kadar tatlıydı ki, elimizdeki fransızca, ingilizce ve türkçe sözlüklerle anlaşmayı beceremeyince, güzel bir fransız şarkısında beni dansa kaldırmıştı. ne babam yaşında bir amcayla dans ederek ahlak kurallarının içine sıçtığım için, ne de o gün hayatımda ilk defa domuz eti yiyerek dini kurallara uymadığım için pişman oldum. herşey son derece güzeldi. şarkı güzeldi. şarap güzeldi. domuz güzeldi. hayat güzeldi.

ama işte...bilirsiniz...bir şeyler eksikti.

o eksik olan şey, kesinlikle hemen yanımda oturan, siyah saçları omuzlarına dökülmüş, t-shirtünün altından köprücük kemikleri gözüken ve burnu güneşten iyice yanmış o adam değildi. hayır değildi. hiçbir tereddüte mahal vermeden ''hayır!'' dedim. ''bir eksiklik, gittiğinde daha büyük bir boşluk yaratacak bir şeyle doldurulmalıdır. ve o, sen değilsin.''

marijuanalardan saçlarıma taç yapsan ne çıkar ki? ben erkeğin zeki, çevik, ahlaklı, mantıklı, dengeli ve şefkatlisini severim.

hani, aslında aç değilsinizdir ama canınız bir şeyler çeker. ve canınızın çektiği şey, esasen bedeninizin ihtiyacı olan şeydir; tuzlu, tatlı, acı, ekşi, sıvı, her neyse. benim ruhum da böyle. kesinlikle aç değil. sadece küçük bir teselli peşinde. ve bu teselli yüzlerce değişik yöntemle alınabilecekken, tam da ihtiyacı olan şeyi çekiyor canı. istese en minisinden bir etek çekip altına, kendini en çılgın partilere de atabilirdi. istese kalan parasının tamamıyla tansaş'tan alkol alıp, bütün bir gün duvarlarla konuşabilirdi. istese kendisine göz kırpan adam(lar)a dil çıkarabilirdi. istese kimbilir kaçıncısının ''seni seviyorum.'' cümlesine ''ben de'' diye karşılık verebilirdi. ama istemiyor. çılgın partileri kaldıracak kadar neşeli değil. duvarlarla konuşacak kadar delirmedi. bir çırpıda sarf edilen ''seni seviyorum'' cümlesine artık inanmıyor. başka bir şey çekiyor canı. tam da ihtiyacı olan şeyi. annesinin bitmez tükenmez, nasıl karşılıksız, nasıl da ısrarcı ve kendisini deli eden sevgisini; babasının ''hatırlıyor musun fatoş? sen küçükken 'ben hiç evlenmeyeceğim, ölene kadar babama bakacağım' derdin. ehehe..bak kayısılar da bal gibi olmuş, az önce kopardım.'' takılmalarını istiyor canı. ulan kimi kandırıyorum ki? tek istediğim, sırtımda çantayla ''ben geldiiiim!'' dediğimde, biri mavi biri yeşil iki çift gözde yansıyacak o pırıltı. gerisi hikaye. adım da fatoş değil üstelik. ahahaha! ah be baba!

velhasıl, gidiyorum. çok uzaklara değil ama, bir gün çok uzaklara gideceğimi bilerek, belki sadece bu hayalle, belki bu hayalde ''hoşçakal'' diyeceğim birilerinin olmamasını ümit ederek, kısa bir soluk alıyorum ve gidiyorum.

when the morning comes i will be gone.
no more waiting,
no goodbyes.

Cumartesi, Haziran 17, 2006

hayatta ben en çok babamı sevdim*

küçüktüm ben. kimbilir sınıftaki hangi pasaklı çocuğun sayesinde bitlenmişti kafam ve saçlarım bir oğlan çocuğu gibi kısacık kesilmişti. üzerimde en sevdiğim kırmızı elbisem vardı ve bir elim babamın ellerindeydi. vapura biniyorduk. karşıya geçecektik. küçücüktüm. deniz dalgalıydı. vapur yalpalıyordu. benim gözlerim masmaviydi. babamın gözleri benimkilerden de maviydi. vapurun yan tarafındaki bir sıraya oturduk. babam bana yaşadığımız şehirle ilgili bir şeyler anlatıyordu. ben babamı dinliyordum. herkes bizi dinliyordu. ben babamı çok seviyordum. küçücüktüm. babam orta yaşlıydı. babamın gözleri masmaviydi ve çok yakışıklıydı. bir fotoğrafçı geçti önümüzden. babam fotoğrafçıyı durdurdu. fotoğrafçı, babamla benim fotoğrafımızı çekti. benim üzerimde kırmızı bir elbise. saçlarım oğlan çocuğu gibi. gözlerim mavi. babamın üzerinde beyaz bir gömlek. benim babam o zamanlar kel değildi. ve gözleri masmavi.

sonra büyüdüm ben.

başka bir şehirde yaşamak için evden gittiğimde ağladı babam. sonra ilk sevgilimi evimize getirip tanıştırmak istedim diye kavga ettiğimizde ağladı. isyan ettiğim zaman ağladı. aşık olduğumu öğrendiği zaman ağladı. artık yaşamak istemediğimde de, ölmekten vazgeçtiğimde de ağladı. ağlamış yani. çünkü hep annemin yanında ağladı. annemden öğrendim hep. annem sanki evin küçük oğlu ağlamış da gözyaşlarını silip eline kemirmesi için ekmek parçası tutuşturulmuş gibi iç burkan bir edayla söyledi hep bana bunu;

- baban oturdu ağladı.

babam benim karşımda hiç ağlamadı. öyle ''sert baba'' imajı çizme maksatlı değil ama. ben de babamın karşısında hiç ağlamadım. utandığımdan falan değil. çünkü dayanamayacağımızı bildik hep. birbirimizi o kadar çok üzemeyeceğimizi bildiğimiz gibi. ama ne yazık ki üzdük. küçükken kinder sürpriz yumurta getirmediği zaman üzdü beni babam. ben o'ndan daha çok sevdiğim bir adam olduğunu sandığı zaman üzdüm o'nu. halbuki ikimiz de yanılmıştık. kinder sürpriz yumurta o zamanlar pahalıydı. babam da her akşam kinder alacak kadar çok para kazanamıyordu. ve hayatta ben en çok babamı sevmiştim.

yarın babası hayatta olan şanslı evlatların, babalarını baba oldukları için kutlayacakları bir gün. babalar günü'nde, şu dünya üzerinde babamı sevmeyen bir tek allahın kulu yokken, bir zamanlar kendisini beğenmeyen kibrimi sarsam en güzel kutulara, en renkli kurdelalara; kabul eder mi acaba?




* cümle, can yücel'e aittir.

Perşembe, Haziran 15, 2006

kırmızı şarap ve düdük makarnası

- işte böyle. ama iyileşiyorum.
- iyileşmişsin bile tavuk.
- gerçek mi?!
- evet! gayet iyisin, baksana?!
- olley! koy o zaman bir kadeh daha.

birbirini uzun zamandır görmeyen ve konuşacak çok şeyi olan bir adam ve bir kadının 70lik şarap içme isteğini niyeyse bir türlü algılayamayan dallama garsona kalecik karası sipariş ettik. içtiğim ilaçlara zerre aldırmadan yuvarladım kadehleri. çünkü mutluydum ve yanımda güvenebileceğim bir adam vardı. bir kadının böyle düzgün bir adam tanımasının, kendisine acıyarak eline hiçbir şey geçmeyeceğini anlamasının ve kendisiyle gurur duymasının ispatıydı dün gece.

ve birbirimize teşekkür ederek ayrıldık.
eve geldiğimde, kapıyı peter açtı. tatildeyken eve göz kulak olması için yedek anahtarları kendisine verdiğimi hatırladım. ve fakat peter ne eve ne de kendisine göz kulak olabilmişti. evi resmen ve alenen ve düpedüz ve su götürmez bir şekilde bok götürüyordu. ve neyse ki yer silmek, toz almak, bulaşıkları yıkamak ve küveti ovalamak muhteşem bir spordu ve vücudu taş gibi yapıyordu.

- tavuk!
- peter!
- bu kaç?
- ahahaha. üç! sarhoş değilim ki.
- peki aç mısın?
- hayır.
- ben de makarna yapmayı düşünüyordum..
- domatesli mi?
- evet..
- mısır da olacak mı içinde?
- şüphesiz..
- peki kekik? pul biber?
- kesinlikle...
- ağzımın suyu aktı peter, bak, görüyor musun?
- iğrençsin tavuk. hadi salona geç.

ben gerçekten çok şanslı bir tavuğum.

Çarşamba, Haziran 14, 2006

aşk kırıntısıyla doymaktansa

bir daha hiç aşık olamayacakmışım gibi.
bir daha hiç kimse bana aşık olmayacakmış gibi.

böyledir. süresi, yaşanan aşkın ve nefretin şiddetine göre değişir ama, hep böyledir.

kendi fotoğraflarınızı ayıklamak için dahi çift tıklayamamaktır dosyanın üzerine. sözkonusu cd'yi muhtemelen beş senede bir yapılan genel temizliğe kadar bulamayacağınız bir yere fırlatmaktır. beş sene sonra kim öle kim kala, değil mi? vay be!

insan olmaktan hiçbir zaman gurur duymadım. sevmedim hatta. ben de dahil olmak üzere, iğrenç varlıklarız zira. hanginiz iddia edebilir ki, kendi mutluluğunuzdan öte bir şeylerin olduğunu? kendi yarattıklarımızı bile bozmaya programlı beyinlerimiz. yeter ki mutlu olalım. düşünün; yaptığınız herşeyi düşünün. bir başkasına zarar veren ya da faydası dokunan herşeyi düşünün; önce kendi mutluluğunuz için değil miydi? değil miydi?! eh, hastasınız o zaman. kusura bakmayın.

böyle beylik laflar etmekten de sıkıldım esasen. gelin, basit olalım. yeterince basitiz zaten.

konumuz aşk. ''aşka inanmıyorum.'' diyen dallamalar, yazının bundan sonraki kısmını okumayabilirler, zira yazının bundan sonraki kısmı, kendilerine hiçbir şey ifade etmeyecektir.

hiç aşık oldum mu ben? şüphesiz! o'nun yanımda olmadığı her an, nefes alamayacak kadar zavallı olmamdan ve yanımda olduğu her an birbirimizi yesek dahi içimde bir yerlerde küçük bir kızın gülümsemesinden anlıyordum bunu. hani kapıyı kapatıp gitse; o kapının ardında kahrolacak kadar; ağlamaktan bayılacak kadar; ''keşke o, abim olsaydı da, hayatım boyunca benim yanımda olsaydı. beni sevmekten hiç vazgeçemeseydi. hep sahip çıksaydı bana.'' diye düşünerek angutlaşacak kadar aşıktım. ve biliyordum; çekeceğim acıları göze almıştım. birini sevmek demek, ananızın bellenmesini göze almak demek aslında. ya yol yakınken ''ay yapamıcam.'' deyip dönersiniz ve o huzurlu ama yavan hayatınıza devam edersiniz ya da yürümeye devam edersiniz. yolun sonu muammadır. yaşayarak görmekten başka çare yok. e siz bilirsiniz.

yaşadığımız her şey, aslında ödememiz gereken bir bedel. o nedenledir ki; hiçbiriniz ''ne kadar bahtsızım yahu. fak yu!'' dememeli; ben dahil. ve tuhaftır ki; herkes kendi karma'sından sorumlu. misal ben, bir zamanlar aşka inanmamanın, aşkı aşağılamanın, ağlamaktansa kahkaha atmanın ve ''seninim.'' gibi ulvi bir adanmışlıkla dalga geçmenin bedelini ödedim. o, neyin bedelini ödedi, bilmiyorum. dedim ya; herkes kendi karma'sından sorumlu işte. ve yine tuhaftır ki; bittiği zamanı biraz farkında olursanız hissedebiliyorsunuz. benimki bitti. aşık oldum, ödedim ve bitti. hala üzgünüm bir çok şey için. hala pişmanım. öte yandan bir kaç hafta öncesine dönsem, hala ''evet, ne olursa olsun, istiyorum.'' derdim. ama artık bitti. ve yapmam gerekenler de çok açık. karma'dan ders almak gerekiyor.

aşk ne yazık ki karşılıklı. bugüne kadar tek taraflısını aradım, mamafih bulamadım. karşılıklı olmasının temelini de, ''değer verme'' kavramı oluşturuyor. aşkınıza değer verilmediğini anladığınız, öğrendiğiniz ya da hissettiğiniz an, bitiyor. nedenini az evvel söyledim; çünkü kendi mutluluğumuzdan öte bir şey yok. demek ki, karşılıklı olmalı. iki taraf da el üstünde tutmalı. pamuklara sarmalı. ödü kopmalı karşındakinin aşkına zarar verecek diye. yoksa ne yaparsanız yapın; olmuyor. tek taraflı olmuyor işte. yapamıyorsunuz zaten. maya bir türlü tutmuyor. sulu ve vıcık vıcık bir şey çıkıyor ortaya. mideniz kaldırmıyorsa da böylesini, masadan kalkın gitsin, benden tavsiye. zaten eninde sonunda kalkacaksınız. ya da garson gelip hesabı ödemenizi isteyecek kibarca. giderken bahşiş bırakmayı unutmayın. ahah!

evet. sanırım bu, aşk üzerine yazdığım son yazıydı; tekrar aşık olabilene dek. ünlü türk ozanı teoman'ın da dediği gibi; ''yürürüm ipte, ağım yokken hem de; kopkoyu içim. inan çok çalıştım, bu kalpsiz dünyayı sevebilmek için.''

Salı, Haziran 13, 2006

very berry strawberry

genç kadın yağmurun sesiyle uyandı. yatağından kalkıp açık olan balkon kapısından balkona çıktı. önünde uçsuz bucaksız bir deniz vardı ve denizin üzerine çiseleyen yağmur damlaları o kadar muhteşem gözüküyordu ki; bir şebnem ferah şarkısının içindeymiş gibiydi adeta; ''beni sevmezsen, yağmurları sev.'' balkon demirlerine tutunarak aşağıya eğildi ve kumsala baktı. angelica'yı göremedi. kahvaltıda olmalıydı. ve her zamanki gibi babası zorla çilek reçeli yediriyor olmalıydı. gülümsedi.

hayatın neler götürüp neler getireceği hiç belli olmuyordu gerçekten. öyle tuhaf bir şeydi ki yaşamak; ne olursa olsun vazgeçmiyordunuz. ''tamam artık, bitti.'' diyen her insanın içinde şu kadarcık dahi olsa bir ümit kırıntısı vardı ve insanlar buna rağmen kendilerini tamamen tükenmiş göstermekten vazgeçmiyorlardı. kolpalar sizi!

genç kadın, üzerine mavi t-shirtünü ve bej şortunu geçirip kapıyı açtı. tam kapıda tombiş bir kadınla çarpıştılar.

- hacer teyzem! erkencisin.
- geç bile kaldım yavrum. hayata geç kaldığım gibi.

genç kadın, yaşlı kadının cümlelerine hasta oluyordu. görmüş geçirmiş bir insandı ve ne gördüğü ne de geçirdiği şeyleri anlatmıyordu hiç. ama çok güzel dinliyordu. en şahane psikologtan bile daha şahaneydi şüphesiz. üstelik anlıyordu da. saçma salak bir empati falan da değildi. düpedüz anlıyordu. sevgilinizin, en yakın arkadaşınızın, hatta annenizin dahi sizi anlamadığı bir dünyada, olabilecek en güzel tesadüftü hacer teyze.

- angelica'yı gördün mü?
- evet. aşağıdalar. babası zorla çilek reçeli yedirmeye uğraşıyor. kahvaltıyı kaçırma hadi. koş!
- tamam. ama akşam konuşacağız değil mi her zamanki gibi?
- tamam. ama bu sefer ağlamayacaksın.
- aşkolsun! dün ağladım mı?!
- ağlamak illa ki gözyaşı değil ki yavrum. için ağlıyor senin. halbuki bir gülümseme ancak bu kadar yakışabilir bu gözlere. hadi koş.

genç kadın gülümsedi.
canı çilek reçeli çekti birden!

Pazar, Haziran 11, 2006

a place called home

''yıldızın çok düşük.'' dedi yaşlı kadın; ''gerçekleşmeden hiç kimseye hiçbir şey anlatmamalısın.'' sonra beyaz dudaklarından birşeyler mırıldanarak beyaz bir kağıda arapça bir takım cümleler yazdı ve kağıdı sayamayacağım kadar çok sayıda katlayıp bana verdi; ''al bunu, hep üzerinde taşı. seni koruyacak.'' kağıdı yaralı bir kuş gibi avucumun içine aldım ve bir süre ne yapacağımı bilmez bir şekilde öylece tuttum. bu küçük kağıt beni koruyacaktı öyle mi? içinde tanrı'ya benimkilerden daha gerçekçi, daha samimi ve daha güçlü olabilecek nasıl bir yakarma vardı acaba ki; iyi olmamı sağlayacaktı?

iyiyim...hayatımın belki de en kırık dökük hatıraları, ''birtürlüunutamama'' hastalığından mütevellit, gözlerimin önünden gitmese de; kimbilir kaçıncı düşmanımın ''sanma ki yeryüzünde güvenilecek bir erkek var.'' cümlesi yankılanarak tekrarlanırken beynimde, tanıştığım bütün erkeklerin gözlerinin içinde güven namına ufak pırıltılar arasam da; onurlu ve gururlu bir insan olduğumu evet nihayet hatırlayıp, arkamdan ya da önümden konuşan kim varsa hayatın klozetine atıp üzerine de sifonu çekmiş olsam da; artık cevap vermekten yorulmuş olmamı haklı olduklarına, faziletli olduklarına, haysiyetli olduklarına, ah evet, süper bir insan olduklarına yoran zavallıları tanrı'ya havale etsem de; bazen iyi insan olmakla salak insan olmayı birbirine karıştırıp ''hangimiz masumuz ki?'' cümleleri kursam da; geceleri dans eden bedenlerden fışkıran testosteron ve östrojen hormonlarına daha fazla tahammül edemeyip midem bulanınca bir evin içindeki iki türk, bir ingiliz ve bir italyan tandanslı fıkra tadındaki muhabbete türklerden biri olarak katsam da kendimi; ''tavuk, yeni bikinin çok yakışmış. eskisinden daha güzel görünüyorsun. süpersin! şahanesin! bi'tanesin!'' diyen ve iyi hissetmem için yalan söylemeyi bile göze alan, hayatımda tanıdığım en deli ve en dost adama bir teşekkür bile etmesem de; başka bir ülkede yaşama teklifini annem için ve belki de tek başıma bir şeyler yapacak kadar güçlü olduğumu kendime ispatlamak için bir çırpıda reddetsem de; kaç sabahtır kumsalda küçücük kovalar ve küreklerle ve büyük bir iştahla birlikte kumlardan kocaman bir kale yapmaya çalıştığım ve annesi olmaya nasıl da özendiğim angelica'nın minik dudaklarından çıkan her şeyi anlayamasam da; iyiyim.

benden başka herkesin iyi olduğunu öğrendiğimden beri, iyiyim.

hem artık, koruyucu muskam bile var.
ve gerçekleşmeden hiç kimseye hiçbir şey anlatmıyorum.

belki, gerçekleşse bile, anlatmamalıyım artık.

Cuma, Haziran 02, 2006

halil cibran'la randevu

elimdeki yarısı yırtılmış sarı kağıda baktım. sağdaki ilk sokağa saptım. büyük evin önünde durdum. zilin üzerinde, ''H.C'' yazıyordu. bastım. son derece demir ve son derece ağır görünen bahçe kapısı kendisinden beklenmeyecek naiflikte açıldı. içeriye girdim. merdivenleri çıktım. sokak kapısının ardındaki adam, gülümsüyordu.

- hoşgeldin,
dedi.

içeride hayatımda görmediğim kadar çok kitap vardı. ama buraya kitap ödünç almak için gelmemiştim elbette. kısa kestim.

- vakit kaybediyormuşum gibime geliyor. insanlar sıçar gibi kelimeleri tüketirken, ben artık duymuyorum bile. ama onlar vazgeçmiyorlar. bu kadar iğrenç olmanın başka bir yolu daha olmalı. ünlü türk düşünürü hande yener'in dediği gibi; ''son sözü söyledim, koymadı mı?''
- sen duyduklarına inanıyorsun. soylenmeyene inan; çünkü insanın sessizliği sözcüklerden daha yakındır gerçeğe.
- vay canına! hande'ninkinden iyiymiş bakın bu laf. çok güzel konuşuyorsunuz sayın cibran.
- ikimiz de bütün becerileri, yetenekleri, bezemeleri ve düzenlemesiyle konuşma sanatını kullanma eğilimindeyiz. sen de ben de, dostlukla konuşma sanatının pek kolay uyum sağlamadığını anlamak zorundayız. yürek yalındır, yüreğin görüntüleri temel şeylerdir, oysa konuşma sanatı sosyal bir araçtır. bu nedenle konuşma sanatından yalın konuşmaya dönme konusunda anlaşalım mı?
- elbette, nasıl isterseniz. sizce ben oradan aptal gibi mi görünüyorum? bu kadar değersiz olabilir miyim? başkalarının beni böyle görmesine izin vermeli miyim?
- ah! beni aldattıklarını anlamadığımı zannedenlerle dalga geçmek için, insanların beni oyuna getirip aldatmalarından hoşlanmam, biraz tuhaf değil mi?
- çok iyi anlıyorum sizi. peki, hayatın esrarı nedir?

- hayatın bütün esrarını çözdügün vakit ölümü arzularsın. çünkü o da hayatın sırlarından biridir.
- peki ruhum nasıl kurtulabilir?
- topragın neresini kazarsan kaz, bir define bulacaksın. ancak bir çiftçinin inancıyla kazmalısın.
- evet. hakettiklerimin çok daha güzel olduğuna inanıyorum. aslında sedece kendime inanıyorum. belki size bile inanmamalıyım.
- ne söylediklerime inanmanı, ne de yaptıklarıma güvenmeni isterim. çünkü sözlerim senin aklından geçenlerin dile getirilmesinden, yaptıklarımsa umutlarının eylemleştirilmesinden başka bir şey değildir.

- sadece sevgiye inanıyorum ben.
- karşısındakine kendinden başka hiç bir şey vermez sevgi ve kendinden başka hiç bir şeyi de geri almaz. ne kendi dışındaki şeylere sahiptir, ne de kendisine sahip olunabilir.
- bu yüzden inanıyorum zaten...sizin için orda burda ''ermiş'' diyorlar sayın cibran? ne diyorsunuz?
- viski içer misin?
- ahah! içerim!
- buz?
- lütfen.

bu sıcakta içtiğim ama pişman olmadığım buzlu viski nedeniyle, yalpalayarak çıktım evden. kendimi çok daha iyi hissediyordum. hande'ye de uğrasam mı diye düşündüm, vazgeçtim.

don’t you know it’s alright?

pişmanlık denizinde tam boğulmak üzereyken, kurtuldum. hayır, kimse gelip suni teneffüs falan yapmadı. belki bazı şeyler beni karaya sürüklemiş olabilir tabi. ağladım, sızladım, titredim, kustum ve sonunda kurtuldum. kendime gelip ayağa kalkmaya çalışırken, bir kaç kişi, ellerinde battaniyeleriyle yardıma koştular. kaybettiğim bilincimle karşılaştım. ismimi bile unutmuştum, hatırladım. battaniyelerime sarındım ve ayağa kalktım.

suyun yüzeyinde kendi halimde kulaç atarken bacaklarımdan tutup beni dibe çeken tuhaf suratlı balığı unuttum nihayet. yüzü gözlerimin önüne gelir gibi oluyor ama, ı ıh. kendimi koruma psikolojime bazen ben bile şaşırıyorum. bütün suçu başkalarına yüklemeyecek kadar saygı duyuyorum kendime. ve affedecek kadar seviyorum kendimi.

teşekkürler freud!

başka denizlere dalma zamanıdır şimdi. neşeli bir bikini giyip yüksek bir kayalıktan hiç korkmadan atlama zamanıdır. dibe dalıp kum çıkarma, dalgalarla oynaşma, mercanlarla barışma zamanıdır.

ne sandınız ki?
öleceğimi falan mı?