Çarşamba, Haziran 29, 2005

kasabanın en umursamaz kızı

sakin bir kasabadayım.

gün doğarken uyanıp güneşi içime çekiyorum. kasabanın kahvesinde yaşlı ve bastonlu amcalarla birlikte çay içip gazete okuyorum. ruhum emekli oldu. umrumda değil! bahçelerden dalında şeftali koparıp, sularını üzerimdeki tişörte akıtarak yiyorum. umrumda değil! kimseciklerin olmadığı ıssız bir sahil buldum, orada çırılçıplak güneşleniyorum. belki civarda beni görebeilecek bir kaç kişi vardır. umrumda değil!

gece tavandaki yıldızları defalarca sayıyorum ve her seferinde farklı çıkıyor.
en son 372 çıktı.
bir artıp bir azalıyor yıldızlar.

uyuyamıyorum...
bana bir masal anlatsana andersen dede?

Pazar, Haziran 19, 2005

babam ve sürpriz yumurta

küçük bir kız çocuğuyken henüz, yani hayat çok daha güzel ve çok daha eğlenceliyken, babası işten eve dönerken küçük kıza ve abisine kinder sürpriz alırdı. hani şu içinden oyuncak çıkan çikolata yumurtalardan. nedendir bilmem, o zamanlar bu yumurtalar sanki çok pahalıymış, babası, abisi ve küçük kıza, bu yumurtaları almak için çok fazla çalışmak zorunda kalmış gibi gelirdi. belki de o zamanlar gerçekten görece pahalıydı o yumurtalar.
ve küçük kız, işte bu yüzden, doğru düzgün sevinemezdi bile.

zaman geçti,
küçük kız büyüdü. yani hayat, artık o kadar güzel ve o kadar eğlenceli değildi.
babası, artık küçük bir kız olmayan kıza sürpriz yumurtalardan almıyordu elbette. hem artık küçük bir kız olmayan kız, çikolata yemek istiyorsa, kendisi çalışsın ve alsındı.

artık küçük bir kız olmayan kız, marketin önünde yere oturmuş, incik boncuk satan küçük kızı görünce bunlar geçti aklından. markete girip bir kaç tane kinder sürpriz yumurta aldı ve küçük kıza verdi.

- bak,
dedi artık küçük bir kız olmayan kız.
- ben küçük bir kızken, babam bana bunlardan alırdı. ben çok severdim. içinde oyuncağı da var hem. hadi aç bakalım, ne çıkacak?!

küçük kız, artık küçük bir kız olmayan kıza baktı, teşekkür etti. sonra gülümseyerek dedi ki.

- benim hiç babam olmadı.

ve yumurtadan, pervaneli sarı bir helikopter çıktı.
keşke gerçek bir baba çıksaydı...

Cuma, Haziran 17, 2005

doğum kontrol hapı ve kafka

genç kadın, eczanenin kapısından içeri girdi ve tezgahın öteki yanında ilaç kutularıyla konuşan yaşlı kadına,
- bir paket doğum kontrol hapı lütfen, dedi.

ah bu modern çağ!
artık sigara alır gibi öldürüyoruz çocuklarımızı daha doğmadan ve fonda elbette kısacık orgazm çığlıkları yükseliyor.

yaşlı kadın, kafasında genç kızlığına dair derin düşünceler ve yine bir o kadar derin pişmanlıklarla paketledi ilaç kutusunu. genç kadına uzatırken, genç kadının parmaklarında alyans aradı lakin yakın gözlükleri gözünde değildi, göremedi. ama büyük olasılıkla, böylesine güzel ve genç bir kadın, kendisinin bir zamanlar yapmış olduğu gibi, hemen evlenip de kendisini tek bir erkeğe adayacak kadar ahmak olamazdı. hayır, olmamalıydı.

genç kadın, paketi çantasına koydu ve tek kelime etmeden geldiği gibi çıkıp gitti eczaneden.

hava sıcaktı. çok sıcaktı. genç kadın terli pamaklarıyla zile bastı. kapıyı üzerinde yeşil redingotu ve şehla gözleriyle kafka açtı. evet evet, franz kafka. genç kadının dudaklarına küçük bir öpücük kondurdu.

- ah, dedi genç kadın. böcek ilacı almayı unutmuşum!
- boşver, dedi kafka.

genç kadın üzerindekileri çıkarıp duşa girdi. üzerinde bembeyaz bir bornozla kafkanın çalışma odasına girdi. üzerindeki bornozu sıyırdı ve,

- şimdi mi?, dedi.
- hayır, dedi kafka,
- olabildiğince yalnız kalmalıyım. başardığım ne varsa ancak yalnızlığımın karşılığıdır.



ben olsam, kafka'yı uzun bir süre yalnız bırakırdım.

Çarşamba, Haziran 15, 2005

omo matik

camı açtım,
tam karşımda eşşek kadar bir ay!

- ''iyi misin?''dedi.

evet, iyiydim. bütün gün ortalığı toparlamış, bulaşıkları yıkamış, çamaşırları renkli ve beyaz olarak ikiye ayırmıştım. oysa ki beyaz da bir renkti ve hatta renklerin en güzeliydi. omo müşteri hizmetlerini arayacaktım ki, eve gelen son telefon faturasını hatırlayıp vazgeçtim.

- ''çamaşırdır kirlenir, omoyla temizlenir. boşver!'' dedi ay.
- ''çünkü kirlenmek güzeldir!'' diye yapıştırdım lafı.

evet, güzeldi.arkasından sıcak bir duş alırdın. ruhunun değil, sadece bedeninin temizlendiğini farkederdin. susardın. en fazla...ağlardın!

- ''ağlamak sana yakışmıyor, biliyor musun?'' dedi ay.
- ''ağlamıyorum ki, gözüme granüllerden biri kaçtı.'' dedim.

kapadım camı.

yanlış numara

telefonum çalıp duruyor.
bilmediğim bir numara bu. açıyorum...
yanlış numaraymışım. karşıdaki kadın özürdileyerek kapatıyor. rica ediyorum ama sanırım telefonu kapattıktan sonra ettiğim için, geç kalmış ve işlevsiz bir rica oluyor bu. umrumda değil. uykum var. bitmesi gereken kocaman bir ''türkiye cumhuriyeti'' cildi var. televizyonda tuhaf bir çingene filmi var.

ama kahve yok. evde kahve kalmamış. pek güzel.

- rüstem efendi, kahve istiyorum.
- törkiş kafe?
- hayır, neskafe. 3ü1arada olanlardan.
- geçenlerde gaztede okuduydum tavuk hanım, selülit yapıyor imiş bu meret.
- yani?
- ben size çay demleyeyim, tavşan kanı.
- yazık değil mi zavallı tavşana rüstem efendi?
- hö?
- yok bir şey. vazgeçtim. soğuk su içicem üzerine.
- geçenlerde televizyonda izlediydim, günde 12 bardak su içmek gerekir imiş.
- iyigeceler rüstem efendi.
- iyigeceler tavuk hanım.

telefonum yine çalıyor.
biri ''ben zeynep cassalini'' diyen şu kadına, benim yanlış numara olduğumu açıklasın ama lütfen!

Salı, Haziran 14, 2005

emerson 5 çayına gelirse

- böyle olacağını hiç düşünmemiştim, dedim.

- yaşamın sonuçları hesaplanmamıştır, hesaplanamaz da,
dedi emerson.
ve devam etti,

- yıllar, günlerin asla bilmediği kadar çok şey öğretir insana. bize eşlik eden kişiler, konuşurlar, gelip giderler, bir sürü şeyi tasarlayıp hayata geçirirler ve bütün bunlardan ortaya çıka çıka beklenmedik bir sonuç çıkar. birey her zaman yanılır. birçok şeyi tasarlamıştır birey, yardımcı olsunlar diye başka insanlara yaklaşmış, bazılarıyla ya da hepsiyle kavga etmiş, çok kereler de aptalca hatalar yapmıştır ve nihayet bir adım atılır; her şey bir miktar ilerlemiştir; ancak birey, her zaman yanılır. bir açıdan yeni olan, ancak kendine söz verdiği şeye hiç de benzemeyen bir sonuçla başbaşa kalır.

- anlıyorum, dedim.
ve ekledim,

- öyleyse belki de, beklentilerimizden kurtulmamız gerekiyor. sadece bilinmeyeni kucaklarsak, yaşamın o güvensiz ama tatlı akışına kapılabiliriz.

emerson gülümsedi. aslında saygıdan ama görünürde kolayca giymesi için tuttuğum paltosunu yavaşça giydi ve tam kapıdan çıkarken, elleriyle elimi sıkıca sıkarak gözlerimin tam içine baktı.

- yaşamın değerinin, yaşamın gizemli olasılıklarından; tanımadığım bir bireyle konuşurken başıma gelecekleri hiç bir zaman bilemeyişimden geldiğini hayal etmiştim,
dedi ve gitti.

alem adam şu emerson.
bu yüzden seviyorum zaten.

las ve gas

''hile yapıyorsun!'' dedi kupa kraliçesi.
bir kraliçeye yakışmayacak kadar çirkin, ukala ve kaltaktı.

bu benim kendi oyunum.
bu benim kendi hayatım.
istediğimi yaparım!

bu oyunda, hile, entrika, aldatma, sahtekarlık...her şey mübah.

burada kuralları ben koyarım!

iki elimin arasında, bir süre gözlerinin tam içine bakıp, tam ortasından caaart diye yırttım kupa kraliçesini. acı bir çığlık kopardı. kaybettiğim 50 bin dolar bile umrumda değil. herkes haddini bilmeli, bir kraliçe olsa bile.

elveda!





maça valesi de ne yakışıklı adam yahu!

Pazartesi, Haziran 13, 2005

konser çıkışı

kemanlar, neyler, bendirler, tamburlar...arasında kaybettim kendimi. her yer kıpkırmızıydı en son ve fonda ömer faruk tekbilek çalıyordu. hayatımın bundan sonraki kısmını orkestra şefi olarak geçirmek istiyordum lakin kendi hayatımı bile idare edemiyordum ki ben...

ve hayatım, detoneydi bu yüzden.

tenor'un imzaladığı kağıt ellerimdeydi. ''gözlerin ve yüzün kadar güzel bir hayatın olması dileği ile'' yazıyordu imzanın hemen üstünde. gözlerim ve yüzüm güzel miydi benim? hayatım güzel miydi?

keşke hayatımın şefi olabilseydi ama,
her şarkı, kendi notalarından sorumlu işte...

Cuma, Haziran 10, 2005

hesap

güneş,
evin camından ve gözümün ferinden arsızca girerken içeri,
unuttuğum bütün hayaller,
iptal ettiğim bütün randevular,
artık sev-e-mediğim bütün insanlar,
tutamadığım bütün sözler,

bir bir...
tam karşıma dizildiler.

hepsi,
hesap sordu bana.
oysa benim kendime vereceğim bir hesabım bile yoktu.
sustum.

- garson, hesap lütfen?
- buyrun efendim.
- 0 ytl mi?
- evet efendim. az önce köşedeki masada oturan adam ödedi hesabınızı.
- allah razı olsun.
- lakin bahşiş bırakmadı efendim...
- vay pezemeng!

Çarşamba, Haziran 08, 2005

peter pan'ın anısına...

perdeyi bir açtım, tam karşımda!
çevik bir atlayışla penceremden içeri girdi.

''naber?'' dedi,
''hişşşş, sessiz ol, abim içerde uyuyor!'' dedim fısıldayarak.
cebinden bişeyler çıkardı, sarmaya başladı, tam yakacakken;''benim odamda sigara içilmez, öğrenemedin gitti!'' dedim,

''hadi gel'' dedi, balkona sürükledi beni. beyaz mermerlerin üzerine oturduk. bir tane de bana sardı. ve anlatmaya başladı...

''...sonra yıldızların en parlağı, en güçlüsü ve en büyüğü isyan etmiş. işte bu isyan; gökyüzünün sonunu hazırlamış. güneş, yönetime el koyarak, gündüz ve gece denen bekçileri yaratmış. o günden beri yıldızlar, sadece geceleri görünürler. ve suç işleyen, güneşin kararıyla öldürülür.''

''yani...kayar?''
''evet.''

birlikte çay içtik. fısıldadık. şarkı söyledik. popolarımız acıyana kadar oturduk.
giderken;
''seni de götüreceğim yakında, hazırlan.'' dedi.
''çalışmam gerek. milli güvenlik konseyi'nin bir numaralı bildirisi'ni ezberlemem gerek. artık bir karar vermem gerek.'' dedim.

''bir yıldızın tepesindeyken, bütün bunlar, aklına bile gelmeyecek.'' dedi,
ve arkasından yıldız tozları bırakarak,
kayboldu...