Pazartesi, Ağustos 29, 2005

post-it notes

bütün duvarları post-it'lerle kapladım.



pembe, yeşil, sarı, turuncu, kırmızı...rengarenk...birsürü.

üzerine ''murat-doğumgünü'', ''kredi kartı borcu yatır.'', ''sigara içersen topsun!'', ''levent-ara artık. çok ayıp!'', ''başvuru takip et.'' gibi salakça şeyler yazmadım elbette. hepsi, öylece bomboş duruyor. baktıkça huzur buluyorum. sanki yapmak zorunda olduğum, unutmamam gereken, sürekli zihnimi kurcalaması gereken hiç bir şey yokmuş gibi.

aslında zaten yok.

post-it'leri seviyorum.

Cumartesi, Ağustos 27, 2005

her zamankinden

gece uyku tutmadı.

dışarıda muhteşem bir rüzgar vardı ve tam arka bahçedeki kocaman ağacın dallarının gölgesi, tam yatağımın üzerinde, oynaşıyordu. kedi; kendisine migros'tan rüşvet niyetine aldığım minik whiskas paketini yemiş olmanın verdiği toklukla, ayakucumda yalanıp duruyordu. koca bir bardak suyu bir dikişte içmiştim ve sürekli çişim geliyordu. karşı dairede, ebedi dostum peter pan de yoktu, evin ışıkları yanmıyordu ve penceresi kapalıydı. belli ki, barın birinde, boktan biraları içip koca götlü kızlarla dansediyordu. oysa; evde olsaydı şimdi, pencerede karşılaşırdık ve uykumuz gelinceye kadar o bana öykü anlatırdı, ben ona şarkı söylerdim. sonra belki sarılıp uyurduk.

sabah ezanı okunduğunda, birden yerimden sıçradım. peter dönmüş, açık pencereden her zamanki gibi sessizce içeriye girmiş ve kucağında benim kedim, öylece yanımda uzanıyordu.

- gece nasıldı? dedim.
- eh işte, her zamanki gibiydi, dedi.
- hiç bir şey, her zamanki gibi değil. sen bile, dedim.

mutfağa kahve suyu koymaya giderken, arkamdan bağırdı;

- whiskas var mı? karnım çok acıktı.

Cuma, Ağustos 26, 2005

klik!

o kadar çoksunuz ki; hanginizle baş edeceğimi bilmiyorum. belki baş etmek şart değildir, belki her birinizi kendi haline bırakıp gitmek en doğrusudur, bilemiyorum.

düşünüyorum da; nerden geliyor bu özgüven? kendinizi benden mesela, neden daha zeki, daha akıllı, daha kurnaz, daha güzel, daha iyi, daha şahane görüyorsunuz? siz ve ben eni konu daracık bir rahimde büyümedik mi? sonra yollarımız ayrılmış olabilir ve fakat çok afedersiniz, siz klozete sıçmıyor musunuz? siz bazen ağlamıyor musunuz? sizin kalbiniz ara sıra kırılmıyor mu? incinmiyor mu? siz hiç mi sevmiyorsunuz?

ego denen illetin uğrunda harcandığınızın farkında değil misiniz? neden her şeyi ama her şeyi açıkça anlatmıyorsunuz? neden hep bir şeyler gizli? neden hep hayat öylesine bir kurgu sizin için? neden bu salakça oyunlar? neden her şey sarpa sarınca bu anlamsız kaçışlar? sonra birden geri dönüşler? ne istediğinizi bu yaşta bile bilmiyor musunuz? eşşek kadar insanlar olduk, görebiliyor musunuz? bir gün önce ''seni seviyorum'' derken, ertesi gün siktirip gitme gibi bir cüreti nerden buluyorsunuz? ve dahi ısrarla haklılığınızı, suçsuzluğunuzu ispatlama yükümlülüğünüz nerden geliyor? bu saatten sonra ben ve benim gibiler sizi insan yerine koyar mı diye hiç mi aklınıza gelmiyor? oradan çok mu salak gözüküyoruz?

evet evet, size diyorum. o kadar çoksunuz ki aslında.

stefie shock demiş ki; ''sizi bumm diye havaya uçurmak isterdim ama, sizden çıksa çıksa klik sesi çıkar.''

işte geldim burdayım

gidiyorum.

yüzümü dayadığım pencereden arabalar, ağaçlar, insanlar gelip geçiyor. kulağımda hep aynı acıklı melodi. içimde kemanlar çalıyor. içim dışıma isyan ediyor. serçe parmağımdaki şeytan tırnağını kopardım, kanıyor. aşık olmak istiyorum ama gidiyorum. olamıyorum. giderken aşık olamam ben.

bu sefer olabileceğini mi sanmıştım diye düşünüyorum. hayır, bu sefer olmayacaktı. daha zamanı vardı, biliyordum. daha sonbahar gelmemişti bu şehre ve yağmurlar yağmıyordu. kışlıkları çıkarmamıştık henüz ve güneş tam tepemde haince sırıtıyordu. bizim karşılaşma ihtimalimiz bile yoktu. şartlar elverişli değildi. ortalık rezalet bir neşe, mutluluk ve enerji kokuyordu. nasıl aşık olabilirdik?

ama dudakları...evet o dudaklar için bile aşık olabilirdim. hayır, sapık falan değilim. sadece iyi öpüşmek, bir ilişkinin yarısından fazlasıdır. diğer yarısını oluşturamadık. o gitti, ben gittim. demek o da, benim gibi giderken aşık olamayanlardandı.

hepsi geçti şimdi. arta kalan ve giderken toparlayamadığım iki bardak ve bir jelatin. gördüğünüz gibi şartlar hiç uygun değil. aşka tam bir adım kalmıştı oysa. ve beni yol tutuyordu, onu dünya.

benim için yolculuk bitti. artık burdayım.
sonbaharı bekliyorum.

Cuma, Ağustos 19, 2005

fırıncının kızı

uyandım...

saate baktım ama oda o kadar karanlıktı ki; göremedim. tam yanımda uyuyan adamın sol kolunu usulca kaldırıp saatine baktım. fosforlu akrep ve yelkovan 04:55'i gösteriyordu. adam biraz kıpırdandı, ''mmmm'' gibi kendinde olmayan sesler çıkarıp öbür tarafına döndü.
yataktan çıktım. üzerime yerde bulduğum xl tişörtü geçirip balkona çıktım. sokak bomboştu. serseri bir kedi, sokağın tam ortasından salına salına geçti. aşağıdaki fırının ışıkları yanıyordu. mis gibi taze ekmek kokusu gelmeye başladı. uzun zamandır bir şeyler yememiştim. karnım guruldadı. aşağıya sarkıp ''heeyyy fırıncı amca?'' dedim. fırıncı amca balkonun önüne geldi ve ''buyur?'' dedi. ''çok açım.'' dedim. ''on dakkaya kadar çıkacak, az dur.'' dedi. öylece bakakaldı. içeri girdi sonra.

bir anda, hayatımın tam o saniyede bittiğini anladım.

üzerime bir şeyler geçirip, dışarı attım kendimi. fırına girdim. fırıncı amcayla, ekmeklerin pişmesini beklerken, buğday fiyatının endeksi üzerine konuştuk. ekmekler pişince, içlerinden birini alıp sahile gittim. güneş doğmak üzereydi ve ben bir daha geri dönmek istemiyordum.

geri döndüm.
yatak boştu. adam giyinip gitmişti. masanın üzerinde küçük çapta bir kahvaltı hazırlanmıştı ve aşağıdaki fırından alınmış bir ekmek torbada öylece duruyordu. ocağın üstünde çay fokurduyordu ve masadaki küçük bir kağıtta, çirkin bir el yazısıyla şöyle yazıyordu;

''yoksun. merak ettim. kahvaltı ederiz diye düşündüm. ama hala gelmedin. merak ediyorum. gelince beni ara lütfen. benim işe gitmem lazım. çok güzelsin.''

geri dönmemem gerektiğini biliyordum.
ve herşeyin bittiğini de...

Cumartesi, Ağustos 13, 2005

şövalye ve kuğu

bir varmış bir yokmuş...
kediler manav, fareler şarküteri iken; anneme ''artık süt içmek istemiyorum.'' dediğim günlerden birinde, yani yıllar yıllar öncesinde; bir şövalye yaşarmış, uzak diyarın birinde.

bu şövalye, bütün gün siyah bir ata biner ve dönemin ünlü felsefecilerini bulup, saatlerce konuşur, fikir edinirmiş. bu şövalye, gerçekten bir şövalyeymiş. iyi bir adammış. çok zenginmiş ama para pul umrunda değilmiş. aşka, sadakate, istikrara inanırmış. yıllarca bir çok prensesle birlikte olmuş ama kalbinin prensesini bulamamış bir türlü.

ve bir gün, karşısına bir kuğu çıkmış. bembeyaz bir kuğu.
bizim şövalye hemen aşık olmuş. kuğuya kendisinin eşi olması için yalvarmış yakarmış, diz çökmüş, perişan olmuş. kuğu en sonunda kabul etmiş ve aralarında sade bir nikah töreni yaparak evlenmişler. nikah şahitleri, diyarın turizm bakanı ve kolordu komutanıymış ama bunun masalımızla hiç bir ilgisi yokmuş.

yıllar geçmiş. bir gün kuğu, gölden dönerken, bizim şövalyeyi oldukça güzel bir prensesle yatakta basmış. şövalye bin bir özür dilemiş. diller dökmüş. perişan olmuş. hatta intikam almasını ve herşeye razı olduğunu söylemiş. ama kuğu gölün derinliklerina dalmış ve kaybolmuş.

sevgili çocuklar; bilir misiniz; hayvanlar aleminde eşine sadık olan tek hayvan kuğudur. ve ne olursa olsun, ömrü boyunca sadece bir eş ile yetinir. işte bu yüzden kuğular her zaman kuğudur ve bir şövalye, ne kadar şövalye de olsa, aslında beş para etmez bir adamdır ve kaybetmeye mahkumdur.

ruhlarımız sonsuza dek bakire kalacak

gece gibi karanlıktı saçları.

ve ben günlerce uyumuştum da, yeni bir gerçeğe açar gibi açmıştım gözlerimi. sadece dudaklarımdan öptü. bütün ışıklar söndü. bütün yıldızlar yer değiştirdi. bütün büyücüler intihar etti. bütün şarkılar sustu. dünya alt üst oldu. ben alt üst oldum.

tam soyunup koynuna girecektim ki;
bir peri kızı geldi.

- ruhlarımız sonsuza kadar bakire kalacak, dedi.
gittiler.

öylece kaldım. bütün ışıklar yandı. bütün yıldızlar yerlerine geçtiler. bütün büyücüler dirildi. bütün şarkılar devam etti. bütün dünya toparlandı. ben öylece kalakaldım.

gece gibi karanlıktı saçları.
ve gece gibi ihanet kokuyordu.

Çarşamba, Ağustos 10, 2005

hey taksi

taksiyle eve dönmek üzere yola çıkmışken, yine de seninle aynı arabaya binmeye çalıştım ben. üstelik sen sarhoştun ve leş gibi rakı kokuyordun. ellerimle sana meze hazırlamaktı belki hayalim, ama sen, o hayali bir parça kokuşmuş peynir ve bir dilim kelek kavunla bitirdin.

aferin!

şimdi; artık benim kuracağım hiç bir hayal, hiç bir fantazi, hiç bir gerçek, hiç bir kurgu kalmadı. kurguyu bozan aslında sendin ve anlayamadığın tek bir şey vardı: ben asla seni sevemezdim.

hayatımız hep, birilerinin peşimizden koşmasını istemekle geçti. oysa, peşimizden koşanlar, bizi her seferinde koşarak geçtiler. ve gittiler.

ben taksiyle eve dönüyorum.
sakın radara yakalanma!

Perşembe, Ağustos 04, 2005

sevgili seçme ve yerleştirme sınavı

soru: saatte 200 km hızla a ve b şehrinden yola çıkan ve beklentileri eşkenar bir üçgeni teğet geçen paralelin x noktasında kesişen bir kanguru ve bir timsahın, james joyce'un "...then i asked him with my eyes to ask again yes and then he asked me would i yes to say yes my mountain flower and first i put my arms around him yes and drew him down to me so he could feel my breasts all perfume yes and his heart was going like mad and yes i said yes i will yes." cümlesi doğrultusunda, mutlu bir ilişki yaşayabilmeleri olasılığı yüzde kaçtır? (pi: 3.14 alınız.)



a) yüzde 99.9
b) kafa bin beş yüz
c) ya bi git ya
d) akıllı ol canımı ye
e) hiçbiri

Salı, Ağustos 02, 2005

acil çıkış kapısı

uyandım...
ve ilk o'nu gördüm...

karanlık bir kuyudaydık.

o'nun yüzü kir içindeydi. kocaman gözleriyle bana bakıyordu.
yanında yeşil, eskimiş bir sırt çantası vardı. saçları liseli yaramaz çocuklar gibi gözlerinin önüne düşmüştü. çantasının üzerinde anlamsız bir şeyler yazıyordu, latince gibi. çözemiyordum. o'nu çözemiyordum işte.

benim alnım kanıyordu. saçlarım yapış yapıştı. tişörtümün yakası paramparçaydı. berbat bir haldeydim. ve ilk o'nu gördüm.

- seni ben kurtarabilirim ancak,
dedim.
çünkü her şeyi biliyorum. hadi gel!

elini uzattı. acil çıkış kapısına doğru koşmaya başladık.

- dur!, dedi birden.
durdum...

''yaşanan yaşam, öylesine yaşanmış olan,
kutsal yakamozu, büyülü mavi denizi,
istek dolu gözleri, bir an düşer belki,
tüm dikenli teller.
herşey göz önünde, herşey bilinenin ötesinde.''

sesi...bir büyü gibiydi. bir şeyler çözüldü, bir şeyler silindi, bir şeyler anlamını buldu sanki.
ayağımın üstünden sülük gibi bir şey geçti. çantasından bir bez çıkarıp alnıma bağladı. tekrar koşmaya başladık. acil çıkış kapısından belli belirsiz bir ışık sızıyordu. kaçıyorduk. ve ilk o'nu görmüştüm.

keşke, her şeyi bildiğimi iddia etmeseydim.