Perşembe, Kasım 29, 2007

yarım kalmış bir mektubun devamı

...

işte bu yüzden kendimi küçük bir çocuk gibi hissediyorum. hani eline bilimum oyuncaklar tutuşturulduğunda bile ''banane yaa, ben bunu istiyorum ööaağğ!'' diye ağlayarak işaret parmağıyla ileride bir şeyleri gösteren bir çocuk gibi. ve tahmin ettiğin üzere, ileride duran o şey, sensin...oysa çok sessiz sakin bir çocukmuşum, annem öyle anlatır. o kadar ki bir şey istemeye bile çekinirmişim.

- alalım mı bunu sana?

dediklerinde alt dudağımı bükermişim. üzüldüğümden midir, karar veremediğimden midir, anlayamazlarmış bir türlü. hala anlayamıyorlar gerçi. bugüne dek kimse anlamadı.

hayat...istersen, hayat hep böyle aksın gitsin. hatta akmasın. ''dur!'' dediği anda, duralım. ''yürü!'' dediğinde yürüyelim. ''yat!'' dediğinde yatalım. hayat neden hiç ''mutlu ol!'' demiyor peki? hiç düşündün mü bunu?

hayatım boyunca hayat bana ne dese, evin yaramaz küçüğü gibi tam tersini yaptım ben. hiç mi kaybetmedim? ohoo! hem de nasıl kaybettim. bak, hala kaybediyorum. üstelik kaybedenler klübünden gelen üyelik tekliflerini ısrarla reddederek kaybediyorum. hem de büyük bir zevkle! en fazla koyan belki de seni kaybetmek olacak bu durumda. üstelik henüz kazanamamışken. peki kazanabilir miydim? ya da şöyle sormalı belki de, kazanmak için çabalayabilir miydim? sanmıyorum. zaferler çabalayarak elde edildiğinde değerlidir. zaferler böyle kazanılır zaten. ama aşk bir zafer değil ki. kim kimi yenecek? ben mi seni? sen mi beni? sevişmek varken ne oluyoruz? ahah!

istemek...tam olarak senin ne istediğini evet haaala anlamamakla birlikte, esasen ben de ne istediğimi bildiğim konusunda yalan söyledim. ama sana değil, kendime. çünkü bu şehre geldiğimden beri çok değiştim. artık tam olarak ne yapacağımı, ne düşüneceğimi, ne isteyeceğimi, ne diyeceğimi bilemiyorum. kendimi çok iyi tanıdığımı zannederdim, yanılmışım. demek ki insan denen canlı, evinden bilmem kaç yüz kilometre uzaktayken ve kendisini evinde hissetmesi için gereken şartların bir çoğunu sağlamaya çalışırken, işte böyle kendinden bir şeyler alıp veriyormuş. o kadar ki nefes alıp vermek kadar doğal karşılıyormuş bir süre sonra durumu, ''bi dakka ya? niye böyle oldum ki şimdi?'' demektense, hissetmektense, present perfect tense. dikkatim dağıldı.

mutsuzluk...keşke ''ay bulutlara bak bebeğiiiim, kalp şeklinde!'' diyebilseydim. imkansız! ya da sabah uyandıktan sonra, kendisine güzel bir şeyler söylendikten sonra, çok afedersin itin götüne sokulduktan sonra, aldatıldıktan sonra, aldattıktan sonra, yalan söyledikten sonra, itiraf ettikten sonra, hayal kurduktan sonra, hayalleri gerçek olduktan sonra, hayalleri bir geminin içinde okyanusun ortasında battıktan sonra, artık hayal falan kurmaktan vazgeçtikten sonra, ellerini tuttuktan sonra, seviştikten sonra, saçlarını okşadıktan sonra, kimbilir ne düşünüp de gözleri dolduktan sonra; yüzünün ifadesi dahi değişmeyen buz gibi bir kadın olsaydım. sonra da ''mutlu musun?'' diye sorduklarında, ''olmamam için bir sebep mi var?'' diye cool bir cevap verip herkesi kendime hayran bırakırdım. ama ne yazık ki bu soruya genelde şöyle bir cevap veriyorum: ''ne önemi var ki?''

her gece yatmadan önce 100 defa tekrarlanacak: gözlerimin içine baktığı zaman orada olmayı isteyen, ellerimi tuttuğu zaman nereye gideceğini bile umursamayan, dudaklarımdan öptüğünde kalbinin ritmi ''pıt pıt'' dan ''pat pat'' a dönmeyen sevgiliye, sevgili demiyoruz biz. peki biz kimiz? aşka inanan bir avuç salak diyelim.

başladığım şeyleri genelde bitiremem. ders aldığım müzik öğretmeninin ''hem kulakların, hem parmakların müthiş yatkın. bu kadar kısa zamanda...hayret!'' demesine rağmen bir kenara fırlattığım gitarım gibi. koca bir tencere dolusu yapıp bir tabağını bile yiyemediğim yemekler gibi. tam terfi ve zam alacakken ''sikerim ya, off!'' diyip istifayı bastığım işler gibi. ya da sevmeye başladığım adamlar gibi; kimisini ben terkettim, kimisi beni. ama bu mektubu bitirmek istedim bu defa. çok zorlansam da, aslında bu mektuba hiç başlamamış olmayı ve hatta bir kaç hafta boyunca zaruri cümleler dışında tek bir cümle dahi kurmuş olmamayı dilemiş olsam da, ruhum tipik bir borderline gibi ''o'nu seviyorsun. evet evet. seviyorsun işte. bütün kanıtlar bunu gösteriyor. ve bu yüzden ne olursa olsun herşeyi bilmeli. ve bu yüzden buna o'nu inandırmalısın.'' ile ''aptal olma ve hiçbir şeye değmeyeceğini gör artık. bırak gitsin. elindeki o çamurlu küreği at ve ellerini yıkayıp sofraya otur.'' arasında gidip gelse de, bitirmek istedim.

hayatıma kaldığım yerden devam ediyorum. edeceğim. değişen hiçbir şey yok. ama elbet değişecek. nasıl değişeceğini hep birlikte göreceğiz. mutsuz bir insan olsam da, kahrolası bir nihilist değilim ve hayatın bir anlamı olduğuna inanıyorum, en azından benim için. elimden tutsan da tutmasan da, bu çukuru kapatmak için bir çok sebep ve bir çok yol bulabilirim. bu konuda oldukça tecrübeliyim. beni merak etme.

peki sen ne yapabilirsin? buyur, yel değirmenleri orada eğer arzu edersen.