yanımdaki kadın miy miy sesiyle bana bir şeyler anlatırken ve ben kendisini rock barların her zamanki kalitesiz anfilerinden patlayan müzikleri dolayısıyla duyamazken, çoktan bitmiş tükenmiş bardağımı tezgahın üzerine koydum. barmen ''bir bardak daha?'' der gibi baktı. ''bir bardak daha içersem senin üzerine kusabilirim.'' der gibi baktım. ''ok o zaman, sen bilirsin.'' der gibi baktı, başka bir müşteri ile ilgilenmeye karar verdi.
buraya en son tam dokuz yıl önce gelmiştim. o zamanlar daha yeni reşit olmuştum. bu tip barlara girerken nüfus cüzdanımı tırsmadan gösterecek yaşa gelmiştim en sonunda. üzerimde yeşil ve askılı bir badi, kıçımda bol bir pantolon ve elimde hayatımda ilk kez aşkın ne menem bir şey olduğunu yaşayarak öğrenmeme sebep olan bir adam vardı. ikimiz de başka bir şehirdeki üniversitede tanışmıştık. yaz tatiliydi. bana ait olduğu şehri ve ait olduğu mekanları gösteriyordu. işte tam şu köşedeki masada oturmuş ve kola içmiştik. kimse bize bakmıyorken öpüşmüştük ve ben çok utanmıştım. akşam hava kararmadan hemen önce de beni amcamlara bırakmıştı. dokuz yıl değil de sanki yarım asır kadar önce gibiydi.
- gideriz değil mi?
diyen bi sesle irkildim. miy miy konuşan kadın bir yerlere gidip gidemeyeceğimizi soruyordu.
- tabi. evet.
derken gülümsemeye çalıştım. ama pek beceremedim sanırım. sıkılan insanların genellikle yaptığı gibi saatime baktım. hasktir! son otobüsüm kalkmak üzereydi ve anılarla birlikte bütün bu gürültünün üzerime üzerime geldiği bu yerden çıkmazsam bir an evvel, istiklal'de sokağın bir köşesinde herhangi bir travestiyle birlikte uyumam işten bile değildi. kabul ediyorum, durum o kadar da acıklı değildi. cebimde param yoktu ama bir telefonla ''aşkolsun, atla gel.'' diyebilecek bir kaç arkadaşım vardı. yine de bu durumdayken, yani sarhoşken ve mutsuzken, kimseyi kendi evinde rahatsız etmek istemiyordum. sadece sarhoş ve mutsuzdum. bencil değildim.
tesadüfen karşıma çıkan bir kaç tanıdığa ''benim gitmem lazım. hoşçakal.'' dedikten sonra paltomu üzerime geçirip fırladım. merdivenlerden inip sokağa çıkınca yüzüme yediğim soğuk hava bir an için ayılmamı sağlasa da, yürümeye devam ettikçe, yanından geçtiğim yüzler bulanık, sesler anlamsız ve binalar hareketli gelince, paniğe kapılıp ağlamaya başladım. ağlamaya başladım derken, böyle hüngür hüngür değil elbette. gözlerim doldu sadece. zaten yetişmeye çalıştığım bir otobüsüm vardı. kendisini bu sonradan ''eheh, amma içmişim a.k!'' diyerek hatırlayacağım ama o an için acaip bedbaht gelen durumdan dolayı kaçıracak değildim. sadece sarhoş ve mutsuzdum. aptal değildim.
nasıl olduğunu sadece bir kaç kişiye çarpmış ve ''özür dilerim.'' demiş olmam dışında kesinlikle hatırlamadığım bir şekilde taksim meydanı'na vardım. kalkmadan hemen önce otobüsten içeriye attım kendimi. yukarı kata çıkıp bulduğum boş bir koltuğa oturdum. ve kusmamak için dua etmeye başladım. sadece sarhoş ve mutsuzdum. inançsız değildim.
yavaşça sağıma döndüm. yanımda oturan adam uyukluyordu. ihtiyacım olan tek şey kafamı bir yerlere dayamaktı. aslında ihtiyacım olan tek şey, birileriyle konuşmaktı. ama bunu şu an için ne ben ne de o yapacak durumdaydık. ağzımı fazla açarsam leş gibi votka kokacağı için nerdeyse mırıldanarak ''çok özür dilerim ama...kafamı şuraya koyabilir miyim?'' diyerek kolunu işaret ettim. cevab veremedi. duymamıştı. uyukluyordu. o esnada otobüs sertçe sarsıldı ve ilerlemeye başladı. daha fazla dayanamayacağımı anlayınca kafamı uyuklayan adamın koluna koydum. en sonunda uyandı. şöyle bir baktı. ''tamam.'' deyip tekrar uyuklamaya başladı. tek istediğim zaten buydu. sadece sarhoş ve mutsuzdum. yavşak değildim.
otobüsten inip o sokağı nasıl yürüdüğümü keşke bir kamera olsaydı da çekip size gösterebilseydim. imkanlarımız sadece yazı ile sınırlı ne yazık ki. eve gelince üzerimi değiştirdim, üzerime atlayan kedinin kafasını şöyle bir okşadım, bir bardak su içtim, kombiyi yaktım ve yatağıma uzandım. ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama kapı çaldı. gelecekti, biliyordum. sadece sarhoş ve mutsuzdum. yalnız değildim.