elimde nerdeyse 24 saati aşkın süredir bir kez bile açmadan taşıdığım şemsiyem, omuzumda içindeki birbirinden gereksiz metaryeller sebebiyle iyice ağırlaşmış çantam, bir yandan akbilimi bulmaya diğer yandan da durağa kadar yolculama nezaketinde bulunan adama el sallamaya çalışarak atıyorum kendimi 110 numaralı otobüsün içine. kadıköy'deyim. yolculuğumuz takriben 25 dakika kadar sürecek olup bulduğunuz ilk konuşma potansiyeli düşük teyzenin yanındaki boş koltuğa oturunuz. lütfen cep telefonlarınızı kapatınız ve mp3 playerınızın ses düğmesine fazla abanmayınız. istanbul belediyesi iyi yolculuklar diler.
çok yorgunum. zira bir önceki gece kendi yatağımda değildim. tek kişilik bir yatakta tek kişi olmama rağmen, kendi yatağımın verdiği o kolu bir tarafa, bacağı diğer tarafa atmalık, salyaları pervasızca yastığa akıtmalık ve gördüğüm birbirinden tuhaf rüyalar arasında ''hmmmaaaaghhhhhjjjjuuuuummmmha?'' diye mırıldanmalık rahatlık yoktu elbette. işte bu yüzden yatak denen eşyaların ikinci el satılmasına pek hoş bakılmıyor olsa gerek. kesinlikle çok haklılar.
otobüs, izlemesi gerektiği güzergahta basbaya kaptırıp giderken ve ben köprünün tam üzerinde boğaz'ı her zamanki gibi ''bu şehri seviyorum sanırım. allah kahretsin!'' gibi terennümlerle izlerken, bir de bakıyorum, son duraktayız. taksim'deyim. beş saniye gibi kısa bir sürede otobüsten atıyorum kendimi aşağıya. esasen 145t kod adlı otobüse binmem lazım ve fakat o da ne? iki katıyla ve parlak kırmızılığıyla adeta londra'dan kopup gelmiş gibi duran otobüs, gözlerimin önünde tarlabaşı'na doğru kıvrılıyor. çaresizce ardından bakakalıyorum. bekleyecek miyim? elbette hayır. beklemek bu hayatta yapmaktan nefret ettiğim şeyler listesinde rahatlıkla ilk beşe girer. işte bu yüzden, mp3 playerımın sesini iyice açarak istiklal caddesi'ne doğru atıyorum kendimi. kalabalığın arasına karışınca acaip bir haz alıyorum. evet, sanki hep birlikte grup yapıyoruz. tam boşalacakken gruptan ayrılıp artık benim için bir alışkanlık haline gelen meşhur beyoğlu çikolatasının en büyük boyundan bir tablet almak üzere bir markete dalıyorum. zambo adındaki fındıklı çikolatamı hemen oracıkta kemirmek suretiyle az evvel çıktığım gruba yeniden giriyorum. neyse ki son derece anlayışlı insanlar. ''madem dönecektin, neden gittin?'' gibi insanın canını sıkan soruları sormayı tercih etmiyorlar. ki soru soramayacak kadar meşguller.
kısa bir süre seviştikten sonra mola verdiğim bir kitabevinde sabahattin ali'nin nicedir arayıp bulamadığım kitabını, kürk mantolu madonna'yı bulup alarak, gerisin geriye dönüyorum. taksim meydanı'nı geçip beni londra'ya götürecek çakma otobüsümü beklemeye koyuluyorum. uzun bir gündü. merdivenlere oturuyorum. hemen ardımda genç bir çift birbirinin gözlerinin içine çok afedersiniz ''sikecekmiş gibi'' bakarak bağıra çağıra kavga ediyorlar. adam, kızı tartaklamaya başlarsa eğer, hiç üzerime vazife olmamasına rağmen müdahale etmeye karar vererek bir süre onları izliyorum. kimin haklı olduğuna tam karar verecekken fikrimi değiştiriyorum. o sırada otobüs geliyor. sanki oturacak yer kalmayacakmış gibi kendinden geçerek koşturan insanların arasına girip ilerlemeye çalışıyorum. kafamı çevirdiğim zaman kavga eden çiftin yerinde olmadığını farkediyorum. kısa bir an için kız için endişeliyorum. otobüse binme sırası bana geliyor. çok heyecanlıyım. oh...neyse ki akbilim doluymuş.
üst kata çıkıp bulduğum ilk koltuğa atıyorum kendimi. kitabımı çıkarıyorum, mp3 playerımın sesini kısıyorum ve kafamı cama dayıyorum. nerdeyse bir saat kadar sonra uyanıyorum. yanımda bıyıklı bir adam bacaklarını benim bacaklarıma değdirerek uyuyor. bi ara gözlerini açar gibi oluyor. ''pişman mısın?'' demek isterken neyse ki son anda ''pardon, geçebilir miyim?'' diyorum ve oturmaktan düzleşmiş kıçım ve yamulmuş boynum ile birlikte aşağı kata iniyorum. usulca düğmeye basıp otobüsün durmasını bekliyorum. iniyorum. beylikdüzü'ndeyim.
mutlu muyum? ...bilmiyorum.