Çarşamba, Kasım 30, 2005

rutubet

hayır, iyi biri değilim. hiç bir zaman olmak istemedim. bir gün hiç istemediğim halde, cesedimi toprağın altındaki kurtçuklara emanet ettiklerinde, arkamdan;

- nasıl bilirdiniz?
- iyi bilirdik!

denmesini istemiyorum. mümkünse, hiç bir şey denmesini istemiyorum. o gün mutlaka yağmur yağmalı ve şemsiyesiz insanlar daha fazla ıslanmamak için, cenazemi olanca telaşla ve hızla terketmeliler. imam efendi son duasını yapmadan önce, bana hayatın sırrını vermeli ve ben kendisine artık çok geç olduğu için ağız dolusu küfretmeliyim.

...

rutubet kokuyor her yerim,
gel ve ısıt beni!

Cumartesi, Kasım 26, 2005

her gidişin bir dönüşü var

otobüsteyim...

otobüs, bej rengi nefis deri koltukları ve molalarda torbadan azığını çıkarıp leş gibi kıymalı pide kokutan yolcularıyla o kadar tezat ki; gülsem mi kussam mı şaşırıyorum. neyse ki yanımda kolonyalı mendil var. bıyıkları yeni çıkmış muavin çocuk ''ne içersiniz?'' diye soruyor. ''kahve, bir de ekstra şeker alırsam sevinirim.'' diyorum. muavin çocuk sevinmemi pek iplemiyor olacak ki, ekstra şekerim gelmiyor bir türlü. zaten kahve diye verdiği küçük poşetteki kahvenin, kahve olduğundan şüpheliyim. ve hatta yanındaki kremanın krema, şekerin de şeker olduğundan da şüpheliyim. off, içemeyeceğim. alın bunu burdan!

usul usul yağmur yağıyor. silecekler sürekli çalışıyor. öyle güzel yerlerden geçiyoruz ki, 16 numaralı deri koltuğumdan pencereye yapışmış, dünyayı seyrediyorum. sağımdan ağaçlar geçiyor, patikalar geçiyor, sarı yapraklar geçiyor, minik bir dere geçiyor, koyunlar geçiyor, hayat geçiyor. nerdeyse ''durun!'' deyip otobüsten aşağıya atacağım kendimi, zor tutuyorum. dışarısı o kadar güzel ki; o patikayı takip etmek, çamura bata çıka yürümek istiyorum. nereye gittiğim hiç önemli değil.

uyanıyorum...kafam cama yapışmış, saçlarım darmadağın, otobüsün içi çok sıcak. yağmur deli gibi hızlanmış. uzaklardan ışıklar gözüküyor. yanımda hiç tanımadığım yaşlıca bir teyze bana bakıp gülümsüyor ve ''geldik çok şükür!'' diyor. ne kadar da mutlu! nerdeyse halay çekeceğiz otobüsten kendimizi atınca ''geldik'' diye.


o patikada inseydim keşke...

Çarşamba, Kasım 23, 2005

laylaylom

dikkat: is bu post, istek üzerine yazilacaktir. öhöm!

uyandim..günes gözüme gözüme girerken mutfaktan mis gibi taze kahvalti kokusu geliyordu. tanrim, o kadar mutluydum. hayat ne kadar güzeldi lan! ay pardon, lan dedim. benim gibi hanim hanimcik bir kadin icin ne kadar ayip oldu. neyse. hayat cok güzel diyordum. çiçekler açmis, kuslar ötüyordu. herkes o kadar iyiydi ki, herkes o kadar sevgi doluydu ki. yasamayi çok seviyordum. gelecek çok güzel olacakti. ama zaten bugün de yeterince güzeldi....


eaaaah, ne lan bu?!

görüldügü üzere ''neseli'' seyler yazmayi beceremiyorum. hayati seviyorum evet ama bu hayatin ne kadar boktan oldugu gercegini -malesef- degistirmiyor.

ahah!

Salı, Kasım 22, 2005

i might be wrong

gözlerimi açiyorum. içinde bulundugum odanin yana yatmis görüntüsü geliyor gözlerimin önüne, kimbilir benden önce kaç tane kafanin degdigi yastigimin hizasindan. karman çorman bir oda. benden baska kimse yok. bu iyi...

kalkiyorum. banyoya gidiyorum. neyse ki 24 saat sicak su var bu evde. yüzümü defalarca yikiyorum. o an kafamdan bir seyler geciyor olmali ki, ne kadar süredir aynanin önünde yüzümü yikadigimi hatirlamiyorum. banyodan çikip yandaki mutfaga giriyorum. hemen bir 3ü1arada hazirliyorum kendime. ayilmam lazim. ayilmasam ne olacak? istanbul'da bombos bir evdeyim. olsun, yine de ayilmak istiyorum.

ayiliyorum. mutfagi toparlamaya karar veriyorum. bulasiklara saldiriyorum hemen. bütün bardaklari yikamaya ant içtim! tek bir kullanilmis bardak kalmamali. bir yandan bagira cigira sarki söylüyorum. sarkiyi tam yarisinda unutuyorum. siktiret! bastan basliyorum! bu benim sarkim nasilolsa...

kafami yandaki minik pencereye ceviriyorum istemsizce. birileri bana bakiyor gibime geliyor. yanilmamisim! karsida ayni hizada atölye gibi bir yer var ve içeride belki on tane kiz bir yandan ellerindeki isi yapiyorlar, bir yandan aralarinda konusuyorlar. biri bana bakiyor. hepsi de gülümsüyor. hepsi de çok mutlu. hepsinin tek sorunu, nisanlisiyla evlenebilmek için gerekli olan çeyizdeki son eksik parça sanki. o yemek takimi alindi mi, artik evlenebilirler ve sonsuza kadar mutlu olabilirler. sictigimin yemek takimi eksik sadece mutlu olabilmek icin.

kendi hayatimi düsünüyorum.

kapidan cikip, aralarina katilmak istiyorum bir an.
onlar gibi mutlu olmak istiyorum.

elimdeki bardak kayiyor bir anda. mermer lavabonun tam ortasina düsüyor. bir kaç parçaya ayriliyor. köpüklerin arasindan parmagimdan hafifce sizan kana bakiyorum. ve yarim kalan sarkima en bastan basliyorum...





what would i do?
if i did not have you..

Pazar, Kasım 13, 2005

su beşlisi

küçük, karanlık bir odadayım. bir yerlerden blackmore's night çalıyor. tam karşıma bağdaş kurmuş oturuyor. elindeki büyük kartları güzelce karıştırıyor ve tam önüme, ayaklarımın ucuna bırakıveriyor. gülümsüyor. saçları iyice uzamış ve dalgalı, simsiyah bir perçem, dudaklarının üzerinden aşağıya sarkıyor. gözlerine bakıyorum. gözbebekleri büyümüş. bu kadar büyük müydü?

- ne içtin sen?
- hiç bir şey.

yalan söylüyor. herkes gibi, ben de bana yalan söylenmesinden hoşlanmıyorum. ama bu seferlik affediyorum. kartlara şöyle bir bakıyorum. içlerinden bir tanesine gözüm takılıyor. halbuki hepsi arkasını dönmüş ve hepsi arkadan aynı gözüküyorlar. ama o biri, bana bakıyor. o biri, sanki diğerlerinden ayrılıyor.

gözlerimi kapatıyorum. son zamanlarda herhangi bir şey hissetmediğimi düşünüyorum. doğru düzgün sevinemiyorum, üzülemiyorum, incinemiyorum, sevemiyorum, kızamıyorum. son zamanlardaki ruh halim kesinlikle: nötr. bir zamanlar aşık olduğum, o kadar da değil, olduğumu sandığım, bedeninin her bir karesini hafızama kazıdığım, ellerim saçlarında olmadan bir türlü uyuyamadığım adam tam karşımda duruyor ve ben, hiç bir şey hissetmiyorum.

- hangisi?
- bu.

su beşlisi çıkıyor.

- her şey ellerinizden akıp gidecektir. tutunmak yalnızca keder getirir. bırakmak zorundasınız.





bıraktım bile...

Çarşamba, Kasım 09, 2005

sadece biraz içim sıkılıyor

ben şimdi; yaşadığımız ülkenin hak ve hukukuna göre, henüz reşit bile olmamış, hayatında ''büyümek''ten başka bir sorumluluğu olmayan, tek derdi bir türlü şekillenmeyen saçları olan küçücük, minicik bir kız olsaydım...

olsaydım; biz yetişkinlerin ''içim sıkılıyor'' diye adlandırdığımız ve fakat altını kocaman bir kürekle kazdığımızda, ''bunalım, depresyon, varoluş acısı, birtakım psikolojik bozukluklar'' çıkacak o iğrenç ötesi duygu ile, çok daha kolay başedebilirdim. örneğin; en siyahından depresyon hırkamı giyer, saatlerce yatağımdan çıkmaz, beni merak edip de arama zahmetine giren tüm dostlarıma ''siktirin gidin başımdan.'' derdim. ve kimse beni yargılamaz, kimse bana kızmaz, kimse beni anlamamazlıktan gelmezdi.

- tipik bir ergenlik bunalımı!

oysa; büyüdüm! fiziki olarak büyüyünce, beyinsel olarak da büyümem gerekiyordu. bu bir doğa kanunu. böylece, artık mantıklı düşünmem; mantıklı hareket etmem; sorumluluklarımın bilincinde olmam; yatakta saatlerce yatıp vakit öldürmek bir yana, faydalı işlerle uğraşmam; hayatımı yoluna koymam; plan program yapmam; kimseyi incitmemem; bu hayatı sadece kendim varmışım gibi yaşamamam; toplumun benden beklediklerini onlara büyük bir zevkle vermem; aileme, vatanıma, dünyaya hayırlı bir insan evladı olmam; mutsuzluktan gebersem de, elimi attığım her şey elimde kalsa da (ahah!) mutluymuşum gibi yapmam ya da en kötü ihtimal gülümseyip ''ah evet, iyiyim. sadece biraz içim sıkılıyor.'' demem gerekiyor.

peki o zaman. hadi deneyelim....



- naber?
- ....
- hey, nasılsın?
- ah evet, iyiyim. sadece biraz içim sıkılıyor.




oldu mu acaba?

Pazar, Kasım 06, 2005

carl gustav jung ile terapi

siyah deri koltuğa uzandım. odanın pencerelerinden sarkan ve koltukla inatlaşırcasına bembeyaz olan tül perdeler, akşam rüzgarıyla uçuşup duruyordu. açık radyo açıktı ve 70'lerden bir rock'n'roll usulca dansediyordu odada. mükemmel bir terapi seansına yakışır bir atmosferdi vesselam! ve jung, elinde piposuyla odaya girdi.

- miss tavuk, umarım çok bekletmemişimdir.

- rica ederim mr. jung. geçen hafta mr. freud ile terapi yaptık. çok başarılıydı. size selamlarını iletti bu arada. son mektubunuzu almış ve en kısa zamanda yanıtlayacakmış. elçiye zeval olmaz tabi.

gülümseyerek kafasını hafifçe eğdi ve piposundan bir fırt çekerek tam karşıma, oturduğum siyah ve deri koltuğun diğer eşine oturdu.

- çok acaip bir rüya gördüm mr. jung. rüyalarla özel olarak ilgilendiğinizi biliyorum. bütün bir gün kafamın içinde dönüp durdu. çok etkilenmiş olmalıyım. kısaca anlatmalıyım. kocaman bir salondayım.yetkililerin son anda uyardığı üzere çok şiddetli bir fırtına başlıyor ve ben kapıları, pencereleri sıkıca kapatana kadar içeriye bir sürü karga doluşuyor. bir çoğu ölmüş ve salonun ortasında kapkara, öylece yatıyorlar. hiç bir şey yapamıyorum. çok tuhaf değil mi? sizce ne anlama gelebilir bu?

- rüyalarla ilgili bir teorim yok. nasıl ortaya çıktıklarını bilmiyorum rüyaların. ayrıca, benim onları ele alma biçimimin bilimsel bir yöntem sayılabileceğinden bile emin değilim. belirsiz ve kişinin o anki keyfine çok bağlı şeyler oldukları için, rüya yorumlarına karşı hepinizin taşıdığı önyargıları ben de paylaşıyorum. ama öte yandan, bir rüyayı gerçekten enine boyuna defalarca incelediğimizde, bunun büyük bir ihtimalle bizi bir yerlere götürebileceğini de düşünüyorum. tabii ki bunun bilimsel bir vargı ya da akılcı bir sonuç olması gerekmiyor, fakat bilinçaltının amacının ne olduğunu, "bilinçaltının aklından neler geçtiğini" gösterecek bir ipucuna varabileceğimizi söylüyorum

- ah, anlıyorum. lakin rüyamı enine boyuna inceleyecek zamanımız yok sanıyorum. peki, şu ortaklaşa bilinçdışı denen şey. uzun süredir araştırıyorum; evrenin tesadüfler üzerine kurulu olduğunu düşünürdüm daha önce. oysa siz, hiç bir şeyin tesadüf olmadığına inanıyorsunuz. bu çok garip. kanımca, tesadüfleri reddetmek; altından kalkamayacağımız sonuçlar doğuracaktır.

- dünya karşıtların dengesi ile ayakta durmaktadır. bütün bir insan olmanın yolu da kendi içindeki karşıtları keşfetmekten geçer.

- peki persona? ben ki, toplum denen bu tuhaf güruha uyum sağlamayı bile beceremiyorum. üzerine bir de toplumsal maske takıp toplumun tam içinde dolaşacağım, öyle mi? aynı şey, ikili ilişkiler için de geçerli. kendi içimdeki karşıtları keşfettim diyelim;ya karşımdakinin karşıtlıkları ne olacak?

- bir insanı anlamak istiyorsanız, öncelikle insanlar hakkında bildiğiniz her şeyi, ama her şeyi unutmalısınız.

- artık hiç kimseyi anlamak istemiyorum ne yazık ki. zira kendimi bile anlayamıyorum. varoluş acısı denen bir şey var, değil mi mr jung? yamulmuyorsam; heidegger ortaya atmıştı. kendisine katılıyorum. "insan doğuştan sıkıntılıdır ve hayatı boyunca da sıkıntılı kalacaktır" der ve devam eder; ''bütün canlıların bir amacı vardır, en azından besin zincirini tamamlarlar.. insana göre kalemin amacı yazmak, kağıdın ki ise yazılmaktır. ama kendisinin belirlenmiş bir amacı yoktur.. kendini hep tarif etmeye, hayatına anlam yüklemeye çalışır ama çoğu zaman anlam arayışına geri döner." işte tam bu noktadayım. ve bu noktayı hangi noktayla birleştirmem gerektiğini bilmiyorum.

- tipik bir içe dönük düşünce karakter örneği. mükemmel!

- teşekkür ederim. bu arada, burada ne yazıyor?

- vocatus adque non vocatus, deus aderit.

- malesef latince bilmiyorum mr. jung.

- çağrılsın veya çağrılmasın, tanrı vardır.

- öyleyse çağırmayalım mr. jung. zira seansımız sona erdi.

- ah, evet. ne yazık! size aşkın şefa terapisini uygun buldum. bir sonraki seansımızda uygulamaya başlayabiliriz.

- aşkın şifa terapisi mi? vay canına!

- eheh.

ve odadan çıktım.
hava iyice kararmış, bulutlar gökyüzünde toplanmış ve rüzgar şiddetini iyice arttırmıştı. o sırada siyah kargaların tam tepemde uçuştuklarını farkettim. kulaklarımda en hızlısından rock'n'roll çalıyordu ve anlamsız bir şekilde mutluydum.

Cuma, Kasım 04, 2005

i still haven't found what i'm looking for

kahrolası bir bilet alıp kahrolası bir yere gitmek istiyorum. kahrolası bir otelde kalıp kahrolası bir barda sabahlamak istiyorum. bar taburesinde oturmuş, karşımdaki aynada, içki şişeleri arasındaki dağılmış yüzümü görüp gülümsemek istiyorum. yanımdaki tabureye birbirinden yaşlı fahişeler, birbirinden kötü serseriler, birbirinden sefil kimsesizler otursun ve bana, yaşadığım bu hayatın ne kadar kahrolası olduğunu defalarca anlatsınlar istiyorum. sadece susmak istiyorum. tek kelime bile etmeden susmak istiyorum.

aslında sen de bunu istiyorsun, biliyorum.

elimden tutarsan eğer; sen de gelebilirsin.
belki, aradığımız şeyi,
birlikte bulabiliriz.

gelmeyeceksen;
ben,
gidiyorum.

...

Perşembe, Kasım 03, 2005

bayram gelmiş neyime

yorganın altındaki çıplak ayaklarım donarken ve kafamda hicaz makamından bir türkü çığırırken, telefon çaldı...

bugün bayram...
çocukken, hepinizin bir şeyler anlatacağınız türden bayram anılarım oldu benim de. kırmızı elbiselerim, siyah rugan ayakkabılarım oldu. kırmızı elbiseleri severdim de, nedense, siyah rugan ayakkabılar, hep ayağımı vururdu. o yıllardan kalma bir çekimserlik olsa gerek, hala rugan giyemem.

bugün bayram...
gerçekleri sorgulamamanın lanetinden ve tatilin rehavetinden, bayramlarda hep mutluydum. büyüklerin buruşuk ellerini öpmenin küçük bir karşılığıydı harçlıklarım ve her ziyarette yenen baklavalardı yanaklarımdaki tombişlik.

artık ne kırmızı elbiselerim var, ne ruganlarım, ne harçlıklarım ve ne de baklavalarım!

işte sabahın köründe öylece yatarken ve bayram benim için ne dini, ne sosyolojik ne de felsefik, hiç bir anlam ifade etmezken; telefon çaldı. sabahın köründe çaldı!

- ablacım, bayramınız mübarek olsun!

gülnaz?!

soğuk monitör camının arkasından tesadüfen bulduğum bu küçük, kara ve akıllı kız; benim sinop'tan kardeşim. posta kutusunda ''derslerim çok iyi. yıldızlı pekiyi aldım'' diyen mektuplarını, her gün beklediğim kardeşim. birbirimizi sadece fotoğraflarda bile görsek, birbirimize hiç benzemesek de; evrenin bir şekilde bizi abla-kardeş ilan ettiği kardeşim.

bayramın bir anlamı olabileceğini, daha önce hiç düşünmemiştim.

keşke sana kırmızı bir elbise ve siyah rugan ayakkabılar gönderseydim gülnaz.
nasıl aklıma gelmedi!