otobüsteyim...
otobüs, bej rengi nefis deri koltukları ve molalarda torbadan azığını çıkarıp leş gibi kıymalı pide kokutan yolcularıyla o kadar tezat ki; gülsem mi kussam mı şaşırıyorum. neyse ki yanımda kolonyalı mendil var. bıyıkları yeni çıkmış muavin çocuk ''ne içersiniz?'' diye soruyor. ''kahve, bir de ekstra şeker alırsam sevinirim.'' diyorum. muavin çocuk sevinmemi pek iplemiyor olacak ki, ekstra şekerim gelmiyor bir türlü. zaten kahve diye verdiği küçük poşetteki kahvenin, kahve olduğundan şüpheliyim. ve hatta yanındaki kremanın krema, şekerin de şeker olduğundan da şüpheliyim. off, içemeyeceğim. alın bunu burdan!
usul usul yağmur yağıyor. silecekler sürekli çalışıyor. öyle güzel yerlerden geçiyoruz ki, 16 numaralı deri koltuğumdan pencereye yapışmış, dünyayı seyrediyorum. sağımdan ağaçlar geçiyor, patikalar geçiyor, sarı yapraklar geçiyor, minik bir dere geçiyor, koyunlar geçiyor, hayat geçiyor. nerdeyse ''durun!'' deyip otobüsten aşağıya atacağım kendimi, zor tutuyorum. dışarısı o kadar güzel ki; o patikayı takip etmek, çamura bata çıka yürümek istiyorum. nereye gittiğim hiç önemli değil.
uyanıyorum...kafam cama yapışmış, saçlarım darmadağın, otobüsün içi çok sıcak. yağmur deli gibi hızlanmış. uzaklardan ışıklar gözüküyor. yanımda hiç tanımadığım yaşlıca bir teyze bana bakıp gülümsüyor ve ''geldik çok şükür!'' diyor. ne kadar da mutlu! nerdeyse halay çekeceğiz otobüsten kendimizi atınca ''geldik'' diye.
o patikada inseydim keşke...