gece kafanızı yastığa koyduğunuzda başka birisinizdir. sabah uyandığınızda bambaşka biri. gece ne oldu tam olarak bilmiyorum. kabuslardan kabus beğendiğimi hatırlıyorum. sürekli kaçtığımı ve sürekli kovaladığımı. bir ara peter'ın aradığını da hatırlıyorum.
- tavuk, naber?
- peter?
- evet. naber?
- iyiyim.
- bütün kum saatlerinin içindeki kum tanecikleri sayısı eşit midir?
- ne?
- sen sormuştun bana. epey bir zaman önce.
- delirmiş olmalıyım.
- delisin zaten.
- artık normal olmak istiyorum peter. bana yardım edebilir misin?
- sanmıyorum.
- öyle tahmin etmiştim ben de zaten.
- ama seni seviyorum, biliyorsun.
- ben artık kimi sevdiğimi bilmiyorum.
- iyi geceler.
- peter?
- değildir. tanecikler. kum. eşit değldir.
uyandım ve değiştim. aynı değilim artık. birşeyler oldu sanki. beş para etmez insanlara lanet okumayı, beyni hasarlı insanlara acımayı, kendime acımayı, dünya'ya acımayı, kırılmayı, gocunmayı, kıskanmayı, kendimi savunmayı, kurcalamayı, öğrenmeyi, kafa yormayı, düşünmeyi, sorgulamayı, istemeyi, arzulamayı, gözlerimi kapatmayı, gözlerimi kapatınca dahi bir şeyler görmeyi bıraktım.
duygusuzlaşmaya mı başladım, kabullenmeye mi; bilmiyorum.
Pazartesi, Mayıs 29, 2006
Cumartesi, Mayıs 27, 2006
tuhaf iletişim kümelenmeleri
sabahtan beri, arka bahçede bir bebek köpek viyaklıyor. dayanılır gibi değil. sanırım en sonunda viyaklamaktan can verecek hayvan. sahibi olacak dallama her nerede yaşıyor ve yaşatılıyor, bilmiyorum ve fakat, kendisini ele geçirdiğim taktirde, artık yaşayamayacak, orası kesin. ben de bu işkenceyi çektikten sonra, bir daha bu kadar çok ve bu kadar uzun ve bu kadar köpek gibi ağlayabileceğimi sanmıyorum, herhangi birinin yanında. dayanılır gibi değil hakikaten. nasıl da empatik bir insanım! ahah!
nasılsınız tavuk hanım?
- işte onu tam olarak kestiremiyorum.
bu sertralin denen madde çok süper bir inhibitör. evet, ibnetor gibi bişey. bakın mesela bu kadar iğrenç bir espriyi yapmama ve hatta akabinde gülümsememe falan neden oluyor. yapacak bir şey yok. herşeye yeniden başlayana kadar, etrafımdakiler bu sessizce konuşan, gözleri dalan ve sebepsizce gülümseyen yarı deli kadınla yaşamak zorundalar.
esasen, kimse kimseyle yaşamak zorunda değil elbette. haddimi bilmeliyim sanırım. buradan yeri gelmişken, bana katlanan herkese, elimden tutup bara götürenlere, elinden tutup sinemaya götürdüklerime, kahrolası ilaçlar yüzünden bünyeyi alkole daldıramadığım için ''bira içer misin? alayım?'' sorusuna karşılık buz gibi bir ''hayır! teşekkürler.'' yanıtı alanlara, bir sese ihtiyacım olduğunda ses verenlere, ''nasılsın?'' sorusuna aldıkları cevabın akabinde ''tamam, geliyorum ve izmir'e adımımı atar atmaz seni arıyorum'' diyip daha fazla soru sormayanlara, bütün bu aptal yazılarımı okuyup benim için endişelenen dünyanın en güzel kardeşine, başlığın yaratıcısı otto kernberg'e, hayatı herşeye rağmen sevenlere, başkaları için değil, sadece kendileri için yaşayanlara, intihar etmemek için aptal serotonin haplarına ihtiyaç duymayanlara, yaptıklarından pişman olmayan ama ders alanlara, herşeye rağmen aşka inananlara, bütün yarı deli adamlara ve son olarak kayıp diyar'ı her allahın günü aynı bilgisayardan takip edip masasında son derece ciddi ve son derece takım elbiseli olarak hayal ettiğim sayın maliye bakanlığı çalışanına çok teşekkür ediyorum. hepinizi seviyorum. ahah!
nasılsınız tavuk hanım?
- işte onu tam olarak kestiremiyorum.
bu sertralin denen madde çok süper bir inhibitör. evet, ibnetor gibi bişey. bakın mesela bu kadar iğrenç bir espriyi yapmama ve hatta akabinde gülümsememe falan neden oluyor. yapacak bir şey yok. herşeye yeniden başlayana kadar, etrafımdakiler bu sessizce konuşan, gözleri dalan ve sebepsizce gülümseyen yarı deli kadınla yaşamak zorundalar.
esasen, kimse kimseyle yaşamak zorunda değil elbette. haddimi bilmeliyim sanırım. buradan yeri gelmişken, bana katlanan herkese, elimden tutup bara götürenlere, elinden tutup sinemaya götürdüklerime, kahrolası ilaçlar yüzünden bünyeyi alkole daldıramadığım için ''bira içer misin? alayım?'' sorusuna karşılık buz gibi bir ''hayır! teşekkürler.'' yanıtı alanlara, bir sese ihtiyacım olduğunda ses verenlere, ''nasılsın?'' sorusuna aldıkları cevabın akabinde ''tamam, geliyorum ve izmir'e adımımı atar atmaz seni arıyorum'' diyip daha fazla soru sormayanlara, bütün bu aptal yazılarımı okuyup benim için endişelenen dünyanın en güzel kardeşine, başlığın yaratıcısı otto kernberg'e, hayatı herşeye rağmen sevenlere, başkaları için değil, sadece kendileri için yaşayanlara, intihar etmemek için aptal serotonin haplarına ihtiyaç duymayanlara, yaptıklarından pişman olmayan ama ders alanlara, herşeye rağmen aşka inananlara, bütün yarı deli adamlara ve son olarak kayıp diyar'ı her allahın günü aynı bilgisayardan takip edip masasında son derece ciddi ve son derece takım elbiseli olarak hayal ettiğim sayın maliye bakanlığı çalışanına çok teşekkür ediyorum. hepinizi seviyorum. ahah!
Cuma, Mayıs 19, 2006
peter vs abim
- guguuukguk!
uykumu alamadım her zamanki gibi. elim ayağım kalkmıyor yerinden. nasıl tuvalete gidip çişimi yapacağım? hep bu ilaçlardan, biliyorum. uyuşmuşum. olsun. uyuşmak istemiyor muydum zaten? istiyordum. uyumak da istiyordum ama. o yüzden bu lanet olasıca kumru, gagasını kapatmalı bir an evvel.
- dinn donn!
kapı çaldı. sabahın bu saatinde gelen kim olabilir ki diye düşündüm. koca apartmanı sadece bir kova suyla yıkamayı başaran temizlikçi kadın olamaz, salı günleri geliyor o. postacı olamaz, bizim postacı kapıyı değil iki kez, hiç çalmıyor zira. mektupları, faturaları falan apartman kapısının altından sallıyor bir güzel. yoksa peter mı? ulan!
peter pan, ne zaman kendimi çürümüş, dağılmış, bozulmuş, tükenmiş ve yalnız hissetsem, gelir beni bulur. penceremden odama girmeye bayılır. kayıp diyar'ın takipçileri, kendisini çok iyi tanır. esasen tek dostumdur. abim gibidir. kardeşim gibidir. herşeyimi bilir. geceleri odamın balkonunda, sırtımızı pencereye yaslayıp yıldızlara püflediğim tek adamdır. mükemmel değildir, tıpkı benim gibi. sıkça başını belaya sokar, hata yapar, işleri karıştırır. ve o'nu bu yüzden çok severim.
- kim o?
- benim!
- abi?
- evet. sürpriiiiz!
abim, ne zaman kendimi yalnız hissetsem, en fazla telefonda ''iyi misin?'' diye sorar. pek bir şeyimi bilmez, sadece anlattığım kadarını. pencereden falan girmez, bildiğin kapıyı çalmayı tercih eder. birlikte yaptığımız ilk ve son yaramazlık, ben daha reşit bile olmamışken, balkona rakı sofrası kurup, bana da en hafifinden bir kadeh doldurmak ve ''şerefe!'' yapmak olmuştur. abim mükemmeldir. hiç bir zaman hata yapmaz. başı hiç derde girmemiştir. son derece normal bir hayatı vardır ve o'nu bu yüzden çok severim.
ahah! abim geldi. kilometrelerce uzaktan geldi. tam olarak emin değilim ama benim için geldi sanıyorum. bir anda peter'ı unuttum. peter da kim be?! ahah!
uykumu alamadım her zamanki gibi. elim ayağım kalkmıyor yerinden. nasıl tuvalete gidip çişimi yapacağım? hep bu ilaçlardan, biliyorum. uyuşmuşum. olsun. uyuşmak istemiyor muydum zaten? istiyordum. uyumak da istiyordum ama. o yüzden bu lanet olasıca kumru, gagasını kapatmalı bir an evvel.
- dinn donn!
kapı çaldı. sabahın bu saatinde gelen kim olabilir ki diye düşündüm. koca apartmanı sadece bir kova suyla yıkamayı başaran temizlikçi kadın olamaz, salı günleri geliyor o. postacı olamaz, bizim postacı kapıyı değil iki kez, hiç çalmıyor zira. mektupları, faturaları falan apartman kapısının altından sallıyor bir güzel. yoksa peter mı? ulan!
peter pan, ne zaman kendimi çürümüş, dağılmış, bozulmuş, tükenmiş ve yalnız hissetsem, gelir beni bulur. penceremden odama girmeye bayılır. kayıp diyar'ın takipçileri, kendisini çok iyi tanır. esasen tek dostumdur. abim gibidir. kardeşim gibidir. herşeyimi bilir. geceleri odamın balkonunda, sırtımızı pencereye yaslayıp yıldızlara püflediğim tek adamdır. mükemmel değildir, tıpkı benim gibi. sıkça başını belaya sokar, hata yapar, işleri karıştırır. ve o'nu bu yüzden çok severim.
- kim o?
- benim!
- abi?
- evet. sürpriiiiz!
abim, ne zaman kendimi yalnız hissetsem, en fazla telefonda ''iyi misin?'' diye sorar. pek bir şeyimi bilmez, sadece anlattığım kadarını. pencereden falan girmez, bildiğin kapıyı çalmayı tercih eder. birlikte yaptığımız ilk ve son yaramazlık, ben daha reşit bile olmamışken, balkona rakı sofrası kurup, bana da en hafifinden bir kadeh doldurmak ve ''şerefe!'' yapmak olmuştur. abim mükemmeldir. hiç bir zaman hata yapmaz. başı hiç derde girmemiştir. son derece normal bir hayatı vardır ve o'nu bu yüzden çok severim.
ahah! abim geldi. kilometrelerce uzaktan geldi. tam olarak emin değilim ama benim için geldi sanıyorum. bir anda peter'ı unuttum. peter da kim be?! ahah!
Salı, Mayıs 16, 2006
yarın, bugünden daha iyi olmayacak
- uyan!
kirpiklerim birbirine yapışmış. gözlerimi açıyorum. odamdayım. en son karların ortasındaki bir çocuk parkında, plastik bir salıncakta sallanıyordum. arkamda her kim varsa o kadar hızlı sallıyordu ki, korkuyordum ve burnum kanamaya başladı. burnumun kanadığını kimse bilsin istemiyordum. karların üzerine düşen kanın ne kadar dikkat çekici ve bir o kadar arabesk görüneceğini düşünüp, ellerimle burnumu tuttum. ve salıncak, popomun altından yavaşça kayıverdi. odamdayım. kar yağmıyor. gayet ılık bir hava var. ve burnum kanamıyor.
- kahkahalarını o kadar özledim ki.
ben de. ben de kahkahalarımı çok özledim.
hemen herkesin, ortalaması alındığında, mutluluktan daha fazla acı çektiğine inanıyorum ben de, andrew gibi. ama kimsenin acısı, kendi acısı gibi koymuyor. kimse, bir başkasına, kendisine acıdığı gibi acımıyor. ben hiç değilse ''bencilim ben.'' deme cesaretini gösteriyorum, peki ya siz? ah evet, siz. egolarınızı bilinçaltının derinliklerine gömdüğünü iddia eden siz şaşkınlar. bir başkasına yerinizi verme lütfunu gösterdikten sonra, yaka paça tutup oturduğu yerden kaldıran siz zavallılar. yaşamayı beceremedikten sonra, yaşamayı avucunun içi gibi bildiğini sanan siz küstahlar. en adi günahı işledikten sonra, kendi günahının binde birine tahammül edemeyen siz ikiyüzlüler. kim bencil? ben mi? bir daha düşünseniz diyorum.
yakın zamanda çok yakın bir dostumla aramız bozuldu. nedenlerini ifşa edecek kadar mal değilim ve fakat, benim kendisine gösterdiğim değeri ve özeni, o benden gözüme soka soka esirgedi diyeyim, anlayın siz. kendisine ayar niyetiyle yazdığım bir yazı, elbetteki yerine ulaştıktan sonra, özürler dilendi, affet lütfenler sıralandı, çok pişmanımlar saçıldı falan. ''samimiyetine inanmıyorum artık. bu aralar çok kötüyüm. toparlayınca konuşalım, lütfen.'' diye mesaj attım kendisine. yılmadı! defalarca aradı! arıyor! aramasın! vicdan azabı denen şeyin ne olduğunu çok iyi bilirim. ve bundan sonra ne kendime ne bir başkasına, vicdan azabından kurtulma şansı verebileceğimi sanmıyorum. çünkü ben, affetmiyorum. üzgünüm. bundan sonra kimse hafifleyemeyecek! bilet kesilmiştir. ve her aklı ahir insan bilir ki, kesilen bilet, iade edilmez. bir kez daha üzgünüm.
kimsenin canını yakmak istemiyorum. ruhuma yapışan bu balgam kıvamındaki öfkeyi tükürmek, yüreğimi kanırtan bu cam kesiği formundaki hayal kırıklığını cımbızla tek tek temizlemek, gözlerimdeki bu niagara misali acıyı büyük sahra misali kurutmak istiyorum. bir an önce. bunun için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım.
- şikayetiniz nedir?
- ben...ben bir tablonun içindeydim doktor. ve o tablo o kadar güzeldi ki. renklerine layık olmadığımı düşünüyordum. şimdi tablonun dışındayım. dışardan bakabiliyorum. ve gördüğüm şey, beni ürkütüyor doktor. ben nasıl böyle bir resimde yer alabildim doktor? nasıl? nasıl? nasıl?
- her sabah bir tane lustral.
- ben...o yeşilleri gördüm doktor. o yeşilleri, kırmızıları, sarıları gördüm! böyle simsiyah değildi. yemin ederim. gördüm. gördüm. gördüm.
- her gece bir tane risperdal.
- ben...ben affettim doktor. ama kendimi hiç affetmedim. hiç affetmeyeceğim.
- iki hafta sonra sizi tekrar görmek istiyorum.
- ben...ben...
keşke size çektiğim bu acının fotoğrafını koyabilseydim tam buraya. yazık ki, teknoloji, ne ruhumu ne de kendisini delik deşik eden serum şişelerini gösterecek kadar gelişmedi. çok şanslısınız!
- uyan!
- niçin? bugün dünden daha iyi değildi.
peki yarın?
yarın bugünden daha iyi olacak mı?
kirpiklerim birbirine yapışmış. gözlerimi açıyorum. odamdayım. en son karların ortasındaki bir çocuk parkında, plastik bir salıncakta sallanıyordum. arkamda her kim varsa o kadar hızlı sallıyordu ki, korkuyordum ve burnum kanamaya başladı. burnumun kanadığını kimse bilsin istemiyordum. karların üzerine düşen kanın ne kadar dikkat çekici ve bir o kadar arabesk görüneceğini düşünüp, ellerimle burnumu tuttum. ve salıncak, popomun altından yavaşça kayıverdi. odamdayım. kar yağmıyor. gayet ılık bir hava var. ve burnum kanamıyor.
- kahkahalarını o kadar özledim ki.
ben de. ben de kahkahalarımı çok özledim.
hemen herkesin, ortalaması alındığında, mutluluktan daha fazla acı çektiğine inanıyorum ben de, andrew gibi. ama kimsenin acısı, kendi acısı gibi koymuyor. kimse, bir başkasına, kendisine acıdığı gibi acımıyor. ben hiç değilse ''bencilim ben.'' deme cesaretini gösteriyorum, peki ya siz? ah evet, siz. egolarınızı bilinçaltının derinliklerine gömdüğünü iddia eden siz şaşkınlar. bir başkasına yerinizi verme lütfunu gösterdikten sonra, yaka paça tutup oturduğu yerden kaldıran siz zavallılar. yaşamayı beceremedikten sonra, yaşamayı avucunun içi gibi bildiğini sanan siz küstahlar. en adi günahı işledikten sonra, kendi günahının binde birine tahammül edemeyen siz ikiyüzlüler. kim bencil? ben mi? bir daha düşünseniz diyorum.
yakın zamanda çok yakın bir dostumla aramız bozuldu. nedenlerini ifşa edecek kadar mal değilim ve fakat, benim kendisine gösterdiğim değeri ve özeni, o benden gözüme soka soka esirgedi diyeyim, anlayın siz. kendisine ayar niyetiyle yazdığım bir yazı, elbetteki yerine ulaştıktan sonra, özürler dilendi, affet lütfenler sıralandı, çok pişmanımlar saçıldı falan. ''samimiyetine inanmıyorum artık. bu aralar çok kötüyüm. toparlayınca konuşalım, lütfen.'' diye mesaj attım kendisine. yılmadı! defalarca aradı! arıyor! aramasın! vicdan azabı denen şeyin ne olduğunu çok iyi bilirim. ve bundan sonra ne kendime ne bir başkasına, vicdan azabından kurtulma şansı verebileceğimi sanmıyorum. çünkü ben, affetmiyorum. üzgünüm. bundan sonra kimse hafifleyemeyecek! bilet kesilmiştir. ve her aklı ahir insan bilir ki, kesilen bilet, iade edilmez. bir kez daha üzgünüm.
kimsenin canını yakmak istemiyorum. ruhuma yapışan bu balgam kıvamındaki öfkeyi tükürmek, yüreğimi kanırtan bu cam kesiği formundaki hayal kırıklığını cımbızla tek tek temizlemek, gözlerimdeki bu niagara misali acıyı büyük sahra misali kurutmak istiyorum. bir an önce. bunun için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım.
- şikayetiniz nedir?
- ben...ben bir tablonun içindeydim doktor. ve o tablo o kadar güzeldi ki. renklerine layık olmadığımı düşünüyordum. şimdi tablonun dışındayım. dışardan bakabiliyorum. ve gördüğüm şey, beni ürkütüyor doktor. ben nasıl böyle bir resimde yer alabildim doktor? nasıl? nasıl? nasıl?
- her sabah bir tane lustral.
- ben...o yeşilleri gördüm doktor. o yeşilleri, kırmızıları, sarıları gördüm! böyle simsiyah değildi. yemin ederim. gördüm. gördüm. gördüm.
- her gece bir tane risperdal.
- ben...ben affettim doktor. ama kendimi hiç affetmedim. hiç affetmeyeceğim.
- iki hafta sonra sizi tekrar görmek istiyorum.
- ben...ben...
keşke size çektiğim bu acının fotoğrafını koyabilseydim tam buraya. yazık ki, teknoloji, ne ruhumu ne de kendisini delik deşik eden serum şişelerini gösterecek kadar gelişmedi. çok şanslısınız!
- uyan!
- niçin? bugün dünden daha iyi değildi.
peki yarın?
yarın bugünden daha iyi olacak mı?
Pazar, Mayıs 07, 2006
enginar ve çaresizlik
gözümü camdan ayırmıyorum. bilmem kaç defa geçtiğim için, mantık olarak artık ezberlemem gereken yollara bir daha bakıyorum. seçeneklerim kısıtlı zaten. ya pencereden dışarıda akan manzarayı izleyeceğim ya da tam önümdeki 16 numaralı koltuğun yıpranmış döşemesini. taktir edersiniz ki, tam iki buçuk saat boyunca, ikincisini yapacak kadar uyuşmadım henüz. küçük minibüsümüz, enginar tarlalarından geçiyor. kapısında yüzü traş köpüğüyle kaplanmış arko adamı'nın berbat bir resminin asılı olduğu berber dükkanının önünden geçiyor. tam ortasında kafasını yola çevirmiş öylece duran bir eşeğin olduğu bahçelerden geçiyor. enginarların da, köy berberinin de, eşeğin de farkındayım. bir şeyler düşünecek gibi oluyorum ama, yapamıyorum. her şey birbirine karışıyor. düşünmek varsın filozofların işi olsun. descartes, var olmaya devam etsin. ben artık düşünmüyorum.
>minibüs duruyor. son durağa geldik. 657 sayılı kanun'a tabi olmanın güvencesini ve geri dönülmez yavanlığını yaşayan memurlar, hiç bir kanuna tabi olmamanın mutluluğunu yaşayan köylüler ve neye tabi olduğunu aramaktan artık usanmış benden ibaret olan minibüs boşalıyor bir anda. verdiğim paranın karşılığının içinde bir miktar da olsa yer alan kdv makbuzumu her zamanki gibi vermeyen şoförle göz göze geliyorum. ağzımı araladığım an, şoför gözlerini kaçırıyor. aralanmış ağzım ve ben, minibüsün kıçındaki küçük çantamı alıp oradan uzaklaşıyoruz. varsın, özbilmemne turizm ve taşımacılık ltd. aş. devletten vergi kaçırsın. vergilendirilmiş kazanç kutsal olmaya devam etsin. ben bu işe bulaşmak istemiyorum.
şehrin bir ucundan diğer ucuna, elimde küçük çantam ve aralanmış dudaklarım, nihayet varıyoruz. anahtarla kapıyı açınca, uzun süredir evin bomboş olduğunu hatırlatan o havasızlık burnuma çarpıyor. dudaklarım kapanıveriyor. koltuğa oturuyorum ve başımı ellerimin arasına koyuyorum. ve ''çaresizlik'' denen hissin, hislerin içinde en boktanı olduğu konusunda beynimle fikir birliğine varıyoruz. gerçi bi ara beynim, ''pişmanlık'' ve ''umutsuzluk'' arasında bocalıyor ama, hemen ikna ediyorum kendisini. çaresizlik, şüphesiz ki en boktanı. o oradayken ve ben buradayken, başka türlü düşünmem imkansız.
uykum var. açım. çişim geldi. sims karakteri gibi hissediyorum kendimi. uyumak istiyorum. karnımı doyurmak istiyorum. çişimi yapmak istiyorum. sonra mesela, duş almak istiyorum. birilerine sarılmak istiyorum. sevgilimle öpüşmek istiyorum. para kazanmak istiyorum. para harcamak istiyorum. salonun duvar kağıtlarını değiştirmek ve yeni bir kanepe almak istiyorum mesela. diğer mahalledeki komşuları, evime davet edip, çene çalmak istiyorum. ellerimi yukarı doğru kaldırıp, tam karşıya bakarak anlamsız sesler çıkarsam? ''heeey! müdahale etsene! bir şeyler yap! kurtar beni. ne biçim oyun oynuyorsun, tanrı aşkına?!''
koltuğuma dönüp başımı ellerimin arasına alıyorum. varsın oyunu oynayan her kimse, hayatımı save etmiş ve ekranın başından defolup gitmiş olsun. varsın yoksunluktan bayılıp koltuğun üzerine yığılıp kalayım. ben artık bu oyunu oynamıyorum.
>minibüs duruyor. son durağa geldik. 657 sayılı kanun'a tabi olmanın güvencesini ve geri dönülmez yavanlığını yaşayan memurlar, hiç bir kanuna tabi olmamanın mutluluğunu yaşayan köylüler ve neye tabi olduğunu aramaktan artık usanmış benden ibaret olan minibüs boşalıyor bir anda. verdiğim paranın karşılığının içinde bir miktar da olsa yer alan kdv makbuzumu her zamanki gibi vermeyen şoförle göz göze geliyorum. ağzımı araladığım an, şoför gözlerini kaçırıyor. aralanmış ağzım ve ben, minibüsün kıçındaki küçük çantamı alıp oradan uzaklaşıyoruz. varsın, özbilmemne turizm ve taşımacılık ltd. aş. devletten vergi kaçırsın. vergilendirilmiş kazanç kutsal olmaya devam etsin. ben bu işe bulaşmak istemiyorum.
şehrin bir ucundan diğer ucuna, elimde küçük çantam ve aralanmış dudaklarım, nihayet varıyoruz. anahtarla kapıyı açınca, uzun süredir evin bomboş olduğunu hatırlatan o havasızlık burnuma çarpıyor. dudaklarım kapanıveriyor. koltuğa oturuyorum ve başımı ellerimin arasına koyuyorum. ve ''çaresizlik'' denen hissin, hislerin içinde en boktanı olduğu konusunda beynimle fikir birliğine varıyoruz. gerçi bi ara beynim, ''pişmanlık'' ve ''umutsuzluk'' arasında bocalıyor ama, hemen ikna ediyorum kendisini. çaresizlik, şüphesiz ki en boktanı. o oradayken ve ben buradayken, başka türlü düşünmem imkansız.
uykum var. açım. çişim geldi. sims karakteri gibi hissediyorum kendimi. uyumak istiyorum. karnımı doyurmak istiyorum. çişimi yapmak istiyorum. sonra mesela, duş almak istiyorum. birilerine sarılmak istiyorum. sevgilimle öpüşmek istiyorum. para kazanmak istiyorum. para harcamak istiyorum. salonun duvar kağıtlarını değiştirmek ve yeni bir kanepe almak istiyorum mesela. diğer mahalledeki komşuları, evime davet edip, çene çalmak istiyorum. ellerimi yukarı doğru kaldırıp, tam karşıya bakarak anlamsız sesler çıkarsam? ''heeey! müdahale etsene! bir şeyler yap! kurtar beni. ne biçim oyun oynuyorsun, tanrı aşkına?!''
koltuğuma dönüp başımı ellerimin arasına alıyorum. varsın oyunu oynayan her kimse, hayatımı save etmiş ve ekranın başından defolup gitmiş olsun. varsın yoksunluktan bayılıp koltuğun üzerine yığılıp kalayım. ben artık bu oyunu oynamıyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)