Çarşamba, Nisan 26, 2006

i love the clouds

hayatım boyunca bulutları hep sevdim. ve güneşten nefret etmesem de, hiç bir zaman kendisinden pek hazetmedim.

psikolojide bunun bir açıklaması olduğuna inanıyorum. yani ben ve benim gibi insanlar, neden diğerleri gibi güneşli bir sabaha uyandıklarında ''lanet olsun!'' der ki? neden yolda yürürken yukarıya bakıp bir kaç bulut kümesi gördü diye sevinir ki? neden koyu ve yoğun bulutlar güneşi kapatıp alt edince siyah güneş gözlüklerini çıkartıp büyük bir müsabakada kazanan tarafmış gibi mutlu olur ki? neden televizyondaki hava durumu sunucusu ''çok bulutlu ve yağışlı'' deyince içten içe heyecanlanır ki? neden star wars/the empire strikes back izlerken, en çok bespin'deki cloud city'den etkilenir ki? neden kendisi gibi bulutsever insanlarla daha iyi anlaşır ki? mutlaka olmalı!

küçükken ben de çoğunuz gibi salaktım ve bulutların üzerinde zıplayabileceğime inanıyordum. gerçekleri öğrendiğimde, ne kadar derin bir hayal kırıklığı yaşadığımı hatırlar gibiyim. acrophobiem olmasa, bulutların tam ortasından paraşütle atlamak gibi olağanüstü bir hayalim var. ve fakat, şimdilik, sadece aşağıdan bakıyorum.''i love the clouds...the clouds that pass...up there...up there...the wonderful clouds'' der, Charles Baudelaire, The Stranger'da. bir bildiği olmalı.









Not: Fotoğraf Glen E. Friedman'e aittir.

Salı, Nisan 11, 2006

il tempo e brutto proteggi l asino

iki adam ve bir kadın. göt kadar bir barın göt kadar masasında ve göt kadar taburelerin üzerinde oturuyorlar. kadın bir an önce kalkıp gitmek istiyormuş gibi görünüyor. önündeki tekilayı, limon ve tuz formatına uygun olarak shotlayıp, adamlardan tekinin kolunu tutup çekiyor;
- hadi, gidelim.

diğer adam masada kalıyor. kalsın. kalmalı. o artık her daim o masada kalmalı. o masada bilmem kaç yüz tane tekila shot içip, can vermeli. ya da, isterse defolup evine gidebilir. kadının ve diğer adamın umrunda bile değil açıkçası.

kadın ve sürüklediği adam, tek kelime dahi etmeden eve geliyorlar. salondaki ayrı koltuklara uzanıyorlar. o sıralar kadın prozac kullanıyor. adam lithium kullanıyor. ikisi de mutsuz. ikisi de bu lanet hayata devam edebilmek için, kendilerine göre bir şeylere sığınıyorlar. ikisi de aslında karşılarına çıkacak sağlam bir aşkın, herşeyi düzelteceğine inanıyorlar ama, aşka olan inancınız yokken, bunu beklemek, büyük bir hatadır. ikisi de yaşadıkları hayattan nefret ediyorlar ama her allahın sabahı, saatin sesiyle uyanıp aynı şeyleri yapmaya devam ediyorlar. plaza denen ve içine giren insanları en başta götlerini kaldırmakla evrimleştirip başkalaştıran o boktan binalara giriyorlar. boktan mesai arkadaşlarına samimiyetsiz iyi çalışmalar dileyip, günün ilk kahvesini içmek ve ilk sigarasını zıkkımlanmak için, merdiven boşluğuna ya da sigara odalarına koşturuyorlar. kadın, daha ilk dakikadan boğulacak gibi oluyor. sürekli kadınlar tuvaletine kapanıp ağlıyor. çantasında her daim far, rimel ve siyah göz kalemi taşımasının nedeni bu. plazalar, makyajı akmış kadın çalışanları asla affetmiyor. işini iyi yapamayanları hiç affetmiyor. kurallar baştan belirlenmiş. kimse silah zoruyla orada durmuyor. istemiyorsan istifanı basar ve siktirir gidersin. hakkın olan maaşın, hesaplanıp ayın ilk günü hesabına yatacaktır, hiç merak etme.

- alo? öğle yemeğine çıkıyor musun?
- evet.
- aynı yerde mi?
- evet.
- tamam.
- tamam.
- görüşürüz.
- görüşürüz.
- ne oldu?
- ben...dayanamıyorum.
- tamam. sakin ol. hadi gel, konuşalım.
- tamam.

öğle yemeği saat 12:30 ve 13:30 arasında yenir. günlük olarak bilmem kaç ytl'dir ve elbette ayın diğer günlerinde, sürünmek ve aç kalmak istemiyorsan, bu rakamı aşmaman tavsiye edilir. nerede ve ne yiyeceğin, şirketi zerre ilgilendirmez ama saat tam 13:30'da sağlıklı, çalışmaya hazır ve güler yüzlü olarak, masanda olman beklenir. bu yüzden plaza çalışanları, genellikle uyduruk kafelerde çift kaşarlı tost ve kola ile karınlarını doyururlar. ağızlarından lastik gibi kaşarlar uzarken, birbirlerinin başarılarını sahte bir tebessüm ve iğrenç bir nefretle dinlerler. zamanı geldiğinde, hepsi birden plazaların bilmem kaçıncı katlarındaki ofislerine gitmek üzere, plazanın büyük asansörüne doluşurlar. ve mutlaka bir kaç kişi sığmayıp diğer asansörü beklemek zorunda kaldığı için, günün öğleden sonraki olan kısmının ilk stres tokatını yemiş olur.

- gidiyoruz!
- nereye?
- italya'ya!
- nasıl?
- bir yolunu buluruz. üzülme sen. her şey çok güzel olacak. bak gör.
- gerçekten mi?
- gerçekten!
- sen benim en iyi dostumsun, biliyorsun değil mi?
- biliyorum.

kadın, plazanın bilmem kaçıncı kattaki ofisine çıkarken, asansörün megafonundan, italyanca bir şarkı duyar ve gülümser. bir şeyler çözülmeye başlar. günlerdir bitmek bilmeyen karanlık, birden aydınlanmıştır. günlerdir düşüp durduğu uçurumun sonunda, muhteşem bir manzara vardır. günlerdir içinde takılı kalan ve hep aynı notayı yineleyen şarkısı, yeniden başlamıştır.

italya'ya hiç bir zaman gitmezler. gitmeyeceklerdir de.

Pazar, Nisan 09, 2006

really weary

kendimi odaya kitledim. bekliyorum. kapının yavaşça çarpmasını ve sonra gelecek olan ölümcül sessizliği...ne sessizliği be? kendini isviçre alplerinde mi sandın, allahın heidi'si! aşağıdan, yukarıdan, sağdan, soldan; her yerden ses geliyor, duymuyor musun? telefon çalıyor. kapı çalıyor. mehmet amca'nın radyosu nihavend makamında şarkılar çalıyor. dersanenin artık tiksinti veren zili çalıyor. birileri çene çalıyor.

ay yeter!

depresyon denen hadisenin kıyılarında dolaşıyorum sanırım. ama emin değilim. ''on belirtiden en az dördünü yaşıyorsanız, depresyondasınız.'' gibi gudikliklere inanmıyorum. hayat gayet yolunda giderken de patlıyor zira. ya da işte, şöyle böyleyken. hayat hep şöyle böyle değil mi zaten?

ilk depresyonuma minörken müdahale edilmişti. gerçi ben o zaman, yolda önümde son derece yavaş yürüyen, vapurda tam yanımda sigara içen, otobüste okuduğum kitabı izleyen, barda tam yanımda danseden, iş yerinde sürekli bir şeyler emreden insanlarla papaz olarak sürekli salya sümük, umutsuz ve uykusuz bir halde yaşamamın neresinin minör olduğunu düşünmüştüm. ama genç, yakışıklı, ukala ve angut psikiyatristim, kendisinin her boku şüphesiz benden iyi bilebileceğini ima edip, beni bu gereksiz düşüncemden kurtardı, sağolsun. basbaya minördüm işte. depresyonum bile minördü. bonus olarak da elimde, heyetten çıkmış şahane bir manik- depresif raporum vardı. ilaçlarımı içtim, hayal kırıklıklarımı aldırdım, kalp kırıklarımı onardım, sorumluluklarımı fırlatıp attım ve hayata yeniden başladım. işte bu kadar basit. başlangıç ve bitiş arasındaki süreçlerden ibaret hayatımızda, içinde bulunduğun durumun hiç bir önemi kalmıyor. nasıl olsa bitecek. gel gör ki bu belirsizlik ruhumu sıkıştırıyor; ''neden?''

birşeyler yapmak için neler vermezdim ama, hiçbir şey yapasım yok. daha bir kaç gün önce, düşündüğümde bile bana heyecan veren, neşe veren, coşku veren bütün o her şey gitti. tam olarak gitmedi esasen, köşede bekliyor. gölgesini görüyorum ama bir gölgeyi kovalayacak gücüm yok.


çok bitkinim.
uyuyacağım.

Perşembe, Nisan 06, 2006

konformist orospu

- herşeyin bir bedeli vardır şekerim,
dedi, ağzındaki dumanı, vişne çürüğü dudaklarından üflediği sırada. duman bir an için tam üstümüzde küçük bir girdap gibi etrafında döndü ve sonra kayboldu. elindekini bana uzattı ve kelimeler ağzının içinden tükürür gibi çıkıp suratımın ortasına çarpıverdi.

- o kadar konformistsin ki, bedel ödemeye bile yanaşmıyorsun, değil mi?

haklıydı. bütün orospular hep haklıydı zaten. belki yattıkları adamların her birinden vizite ile birlikte onların kendi doğrularını da alıyorlardı. karşılığında verdikleri bir çift meme için adil olmayan bir alışveriş belki ama, beni ilgilendirmediğinden bu düşüncemi kendime sakladım.

bağdaş kurduğum dizlerimi çözüp ayağa kalktım ve odanın penceresini açtım. dumanla birlikte pencereden dışarı uçup havaya karışmak istedim bir an için. ama fizik kurallarına aykırıydı. kahrolası pozitif bilimler. yerime döndüm. dizlerine yüzümü yerleştirip baharatlı ve pahalı parfümü içime çektim. berbat bir parfümdü. uzun tırnaklarıyla birbirine karışmış saçlarımı düzeltip okşarken, uzun zamandır böyle bir şeye ihtiyacım olduğunu düşündüm. o'nun yerine, aşık olabileceğim bir adam olsa, daha iyi olurdu şüphesiz.

uzun zamandır görüşmüyorduk şehnaz'la. şapkadaki tavşan gibi bir anda kaybolur ve sonra elinde bir şişe votkayla habersizce kapımı çalardı. şehnaz dışındaki habersiz misafirlerden nefret ederdim. şehnaz farklıydı. yaptığı iş beni hiç ilgilendirmiyordu. sürekli yaptığı işten bahseden o sıkıcı bankacılardan, avukatlardan, doktorlardan çok daha bahsedilecek bir iş yapıyordu oysa.

- nen var kuzum? hadi anlat bana.

anlattım. bilmediği ve bildiğim herşeyi oturup anlattım. beni sürekli takip eden bir takım insanları, sabaha karşı gördüğüm kabusları, bazen harfleri unutup konuşamadığımı, yazamadığımı ve hatta düşünemediğimi, aklımı kaçırmak üzere olduğumu anlattım. teki düşmüş takma kirpiğini kırpıştırıp yüzüme baktı.

- akıl hemen hemen her şeyi yapabilir, akıl dışına bile çıkabilir. bu da onun deliliği. catherine clement, şeytanın orospusu'ndan. ama sana bir şey söyleyeyim mi; orospu olduktan sonra, kimin orospusu olduğunun bir önemi kalmıyor tatlım,
dedi. ayağa kalkıp eteğini çekiştirdi. aynanın önünde saçlarını düzeltip vişne çürüğü rujunu tazeledi ve kapıyı çekmeden önce kelimelerini yüzüme tükürüverdi;

- bu hayatta hepimiz birilerinin orospusuyuz, kadın ya da erkek. tadını çıkar.


haklıydı. hep haklıydı zaten.