Cuma, Aralık 09, 2005

döner istiyorum ama dönmesin istiyorum

hayatım, hiç bu kadar boktan ve hiç bu kadar güzel olmamıştı!


"insanın kendi kendisiyle çelişme ve çekip gitme hakkını elinden alandır toplum" der charles baudelaire ve ben buna izin veremem.


uzun zamandır içmediğim sigara dudaklarımın arasında, saçlarımı tepeden toplamışım ve üzerimde yakası yavşamış rengi solmuş eski bir tişörtle çamaşır yıkıyorum. yapayalnızım ve çok yakında sevgilim gelecek. hayat denen şey, kaybettikten sonra bulmak, öldürdükten sonra doğurmak, nefret ettikten sonra aşık olmak, kavga ettikten sonra sevişmek, kirlettikten sonra yıkamak, dağıttıktan sonra toplamak, dibe vurduktan sonra yukarı çıkmak, düştükten sonra ayağa kalkmak, dansettikten sonra uyumak, öğrendikten sonra unutmak, ağladıktan sonra gülmek, çığlık attıktan sonra susmaktan ibaret.

hayatın kendisi, kocaman bir çelişki zaten.

ve siz, benim çelişkilerimi bulmak ve yüzüme vurmak için,hala çırpınıp duruyorsunuz. hayatım, size ne yaptığımı, ne düşündüğümü, ne hissettiğimi, ne planladığımı anlatmaya çalışmakla geçiyor. ve siz, hala anlamaya çalışmıyorsunuz. az önce ağlarken birden kahkaha atmama anlam veremiyorsunuz. sadece on dakikalık bir seans sonrasında ''manik depresif başlangıcı. ilaç kullanmayı kabul ederseniz, size bir kutu prozac yazıyorum.'' diyen ibne psikiyatrist gibisiniz. vizite ücretiniz ne kadar? kredi kartı geçiyor mu? demek on iki ay taksit bile yapabiliyorsunuz! vay canına! mutluktan uçmak ya da mutsuzluktan gebermek gerekiyormuş meğer.

ve ben buna izin veremem.

franklin'in on üç konusu

1752'de, fırtınalı bir gecede, komşularının, amerika semalarında uçurtma uçurmasına bir anlam veremeyerek haline güldükleri adam; benjamin franklin!

delileri hep sevmişimdir. ama bu adam tam bir deli değildi şüphesiz. aksi halde, amerika'nın senatörü olmazdı.

kitaplığımı karıştırırken, yere küçük bir kağıt parçası düştü. bir yüzünde, sağlık sigortası poliçesinin doldurulmuş bir fotokopisi olan bu kağıt parçasının diğer yüzünde, ''franklin'in on üç konusu'' başlıklı on üç maddeden mütevellit bir liste. bir tanrı varsa eğer, o'nun bir işareti olmalı bu diyerek okumaya başladım.


1- ölçülü olmak
2- sessizlik
3- düzen
4- kararlılık
5- tutumluluk
6- çalışkanlık
7- içtenlik
8- adalet
9- ılımlılık
10- temizlik
11- sukunet
12- iffet
13- alçakgönüllülük


bir süre kağıda baktım. sonra hiç acımadan tam ortasından yırtıp çöp sepetine yolladım. çöpten belli belirsiz, derin bir ses duyuldu bir an;

- kim seni, kendinden daha fazla kandırdı?

ah benjamin!

Salı, Aralık 06, 2005

tanrılar ''kardeş'' istiyor

- öyleyse beni neden doğurdun anne? neden buna izin verdin baba?
- aslında istemiyorduk.
- hadi ya?
- evet. abin o zaman 4 yaşındaydı. agresifti. çılgındı. psikolojik sorunları vardı. gittiğimiz bütün doktorlar ve mülki idare amirleri, abinin bir kardeş istediğini, kendisine bir kardeş vermezsek, düzelemeyeceğini beyan ettiler.
- siz de eve gelip hemen benim için çalışmalara mı başladınız?
- evet.
- yani ben bu evrende, 4 yaşındaki bir çocuk, beni istedi diye mi yaratıldım?
- gibi..
- ahahhaha!
- ......
- ahahhahha! sinirlerim bozuldu, kusura bakmayın! ahahahha. ben de hiç iyi değilim..ahahaha. bakın psikolojik bozukluklarım olduğundan da hiç şüphem yok..ahahha! bir kardeş istiyorum anne? baba? ahahha, bana bir kardeş verin!
- üzgünüz..artık çok geç.
- ahahahha! öyleyse abimi getirin bana. hesap soracağım!
- soramazsın. o sırada 4 yaşında olduğu için, bütün kanunlar kendisinden yana. 6666 sayılı varoluş kanunu'nun 13. bendinin 9. maddesine göre; ''ne olursa olsun, yaşamaya mecbursun.!
- ahahahha. bulutsuzluk özlemi'nin o bi kere, ne kanunu?!
- konuşma bitmiştir! odana!
- ahahahha. peki.


başıma ne geldiyse, fazla sorgulamaktan geldi...

Pazar, Aralık 04, 2005

america, fuck yeah!

telefonum çaldı...sustu..gözlerimi açtım. kahrolası telefon nerde? ben bu sabah -yine- neden agresifim? krema neden bu kadar yumuşak? neden benim babam, dr. oetker gibi güzel pasta yapamıyor?


bir pazar sabahının şanına yakışacak üç şey; gazete, çay ve sıcak ekmek!

doğruca fırına koştum. fırıncının kızını dün gece çok mu zorlamışlardı bilmiyorum ama, son derece yorgun ve suratsız görünüyordu. benden başka kimsenin almadığından emin olduğum ve bu yüzden bana özel yapıldığını sandığım ekmeklerden aradım, yoktu. neden pazar sabahı lanet olasıca fırıncı, benim ekmeklerimden pişirmiyor?

- selam, kepekli mi bu?
- ...
- kepekli? bu? hey?
- ......hayır.
- peki kepekli yok mu?
- ......kalmadı.
- (müşteriye ilgisiz ve saygısız olduğun için şimdi şurda olay çıkartıp şu susamlı galetaları bi tarafına sokardım ama neyse ki güzel bir gün bugün!) peki.

gazete bayiine koştum doğruca. gözüme kestirdiğim gazeteleri yüklendim. oradan simit almak için fırıncının kızının geceyi mışıl mışıl geçirdiği başka bir fırına uçuverdim. yeni çıkmış simitler; sıcacık! neden hiç beklemediğim anda meydana gelen böyle ufak tefek olaylar çok mutlu olmamı sağlıyor? neden fırıncıyı öpmek istiyorum bir anda? neden mutluluğumu illa ki başkasıyla paylaşmam gerekiyor?

eve dönüyorum. ev tamamen bana ait.

çay fokurtusuna trey parker karışıyor.

america... america... america,
fuck yeah!
coming again,
to save the mother fucking day yeah,
america,
fuck yeah!

küresel ısınmaya karşı amerika denen hödük ülkeyi protesto için yapılacak olan mitinge katılacaktım sözde. uyuyakaldım. burdan kendisine bir türlü imzalamadığı kyoto protokolünün girmesini temenni ediyorum. ahahahha!

bi de, sabah beni uyandıran o sesin sahibini seviyorum. evet.