Perşembe, Mart 29, 2007

all the love gone bad turned my world to black

halatlar, bağlı oldukları yerden usulca çözülüyor. son anda kapıdan geçen bir kaç kişinin adımları hızlanıyor. adım attıkları an, kocaman vapur, kendisinden beklenmeyecek bir hızla, kıyıdan süzülerek uzaklaşıyor. camın arkasından, insana bir daha hiç geri gelmeyecekmiş hissi uyandıran bu manzaraya bakarken düşünüyorum; martılar gerçekten çok şanslı olmalı!


her sabah bu yoldan geçiyorum. önce kapıyı kapat. sonra sokağı caddeye bağlayan merdivenlerden in. pervasızca karşıya geç. uzaktan yaklaşan vapuru gör. pervasızlığını bozmadan yavaşça yürümeye devam et. köşedeki bayiden gazete al. karnın açsa hemen yanındaki seyyardan ve elbette aynı pervasızlıkla, temiz olup olmadığından emin olamadığın poğaçalardan al. kıyıdan kıyıdan yürü. çoktan iskeleye yanaşmış ve işine gücüne yetişmek için koşuşturan insanların arasından geç. pervasızca iskeleden vapura atla. pervasızca otur. pervasızca uçan martılara bak.


pervasızca yaşamak bu olmalı. belki ben de en az martılar kadar şanslıyım.


tam karşımda oturan, sırt çantalı, yeşil converseli, gri kapşonunu yüzünün yarısını gizleyecek kadar kapatmış ve benim gibi kulaklarına kulaklık yapıştırmış adama bakıyorum. her sabah tam burada buluşuyoruz. bazen aynı yerleri tutturamadığımız için, çapraz oturmak zorunda kalıyoruz. ama olsun. birbirimizi illa ki görebilecek konumdayız. benden en az 3 yaş küçük olmalı. hele şu halimle nerden baksan 5 yaş küçük görünüyor. yani, ben onu kolaylıkla ''zibidi'' kategorisine, o da beni aynı kolaylıkla ''olgun kadın'' kategorisine sokabilir. oysa ikimizin kafasından da hemen hemen aynı şeylerin geçtiğine eminim.


gözleri, pırıl pırıl parlayan rugan ayakkabılarıma takılıyor.


- ben de mor converselerimi giymek isterdim.

diyorum. salak salak bakıyor. kulaklıklarını çıkarıyor.

- efendim?

diyor. kafamı çeviriyorum.


vazgeçtim. kesinlikle martılar kadar şanslı değilim.

Pazar, Mart 25, 2007

duydum ki unutmuşsun

kemanın yayı, kulağımın hemen yanında, bir ileri bir geri gidip geliyor. darbuka, darbuka olalı böyle bir hüzne şahit olmadı. her dakika birbiriyle tokuşan rakı bardaklarının kafaları dönüyor, mideleri bulanıyor. masanın üzerindeki köşeleri yenmiş mezeler unutulmaktan şikayetçi.



ben mi?



ben son derece mutluyum. o kadar mutluyum ki, oturduğum sandalyaye iyice yayılmışım ve bir elimde aslında içmediğim sigara, diğer elimde aslında kaç bardak içtiğimi dahi unuttuğum rakı; bütün bu olanları izliyorum.



yazık olmuş o gözlerden
sana akan yaşlara



bir el, ellerimin üzerinde geziniyor ve sonra kenetleniyor. kimin eli bu? kimin eli kimin cebinde, umrumda değil ama, kimin eli benim elimde, işte bu umrumda. ah evet. tamam. şimdi oldu. bu eli seviyorum. kenetlenmesine izin veriyorum. ama sadece bir süre için. bu süreyi iyi ayarlamak gerekiyor. önceki ellerden biliyorum. evet. zamanı geçirdiğiniz anda, o el, sizi alır, götürür. başka bir el tarafından nereye gittiğimi bilmeden sürüklenmek istemiyorum. ''o zaman istediğin zaman bırakırsın, ne olacak ki?'' diyenler için, hemen cevap vereyim. o kadar kolay mı sanıyorsunuz, kendi isteğinizle tuttuğunuz bir eli bırakmayı? benim için hiçbir zaman kolay olmadı.



acırım heder olan
o en güzel yıllara



hesabı ödeyin de, gidelim artık. sen de elimi bırak artık. bu gece yastığın hemen altında uyuyacak.

Cumartesi, Mart 17, 2007

peter pan'a mektup

sevgili peter;



çizgi film karakterleriyle bezenmiş perdelerim, her iki ucundan da sımsıkı kapalı. esasen bu perdeleri buralara bavulda taşımama gerek bile yokmuş. çünkü tam karşımda, eski bir rum kilisesinin duvarları var. bir de sağ tarafta, hemen üst sokaktaki apartmanın küçük bir bölümü görülüyor. yani bu odada çıplak dolaşmam, hemen üst sokaktaki apartmanda oturanları değil, daha ziyade, tanrı'yı bağlıyor.



bunca şeyi, bu kadar kısa zamanda ve bu kadar kolay başarabileceğimi hiç sanmıyordum. sanırım, sen de sanmıyordun. gerçi ''başarı'' denen şey hiç umrumda değil, biliyorsun. kendini yaşamak zorunda hisseden insanların ortak sorunudur bu. hırs yok. hırs hiçbir zaman olmadı ki zaten.



kendi bedenimden daha sıcak bir bedenle uyumayı özlemişim.



güneş açtı. ben gidiyorum. kendine iyi bak. balkonlardan atlarken götünü başını kırmamaya dikkat et. seni çok özledim. en kısa zamanda görüşmek üzere.



tavuk

Cuma, Mart 09, 2007

impossible exchange

* jean baudrillard anısına;



dışarı bakıyorum. aşağıda bir türlü sevemediğim bu şehir, iyice küçülmüş ve neredeyse güzelleşmiş, bana bakıyor. gidip gitmemem umrunda bile değil. hatta geri dönecek olup olmamam da. ama döneceğim. dönmek zorundayım. ne yazık ki, hiçbir işimi yarım bırakmama gibi berbat bir kromozom eklenmiş bünyeme, babam annemi becerirken. yapacak bir şey yok.



birden bir bulut yığınının içine giriyoruz. daha önce hiç bir bulut yığınının içine girmemiştim. her şey uyduruk bir simülasyon gibi. yani, hayatın ta kendisi!



- ne içersiniz?
- hiçbir şey.



düşünüyorum da, bütün putlaştırdığım bu adamlar, sonradan nasıl da ironik bir şekilde paramparça oluyorlar. elime koca bir sopa alıp ben parçalasam yine iyi. hepsi de kendi kendilerini yok ediyor. sanki içlerinde, geleceğe kurulu bir saatli bomba varmış gibi. ''paaaat!'' diye patlarken, neyse ki, yanlarında olmuyorum.



tıpkı şimdiki gibi. o aşağıda. ben yukardayım. epey yukarda. kahretsin! her zamanki gibi şanslı bir orospu çocuğuyum!



"hicbir şey baştan cıkarmanın kendisinden daha büyük olmayı beceremeyecektir; onu yok eden düzen bile." J.B