Cuma, Mart 31, 2006

afiyet olsun

çok ayıp oldu kadına. yani teyzeme. teyze dediğin, anne yarısı ne de olsa ama, yeryüzünde birbirine bu kadar ve hiç bir yönden benzemeyen iki kardeş yoktur büyük ihtimalle. neyse. ayıp oldu işte. kaç defadır fırın makarnanın tarifini istiyor benden. daha önce hiç öylesini yememiş ya, götüm kalktı, kadına iki çiziktirip veremedim bir türlü tarifi.

sevdiğin birine yemep yapmak; öyle bir görev gibi, bir hobi gibi, bir ''bir tabak daha?'' gibi bir şey değildir. çok daha fazla bir şeydir. ama işte, gel de anlat bunu, hazır mutfağı, ananemin tabaklarını tek tek dizdiği, çiçekli örtüler ve küçükten büyüğe dizili baharat kavanozlarıyla bezeli o küçük mutfağına tercih eden zamane kadınlarına. herkes anlayamaz. anlamasın.

ben, sevdiklerime mutfağa kapanıp yemek yapmaya devam ederken, bir kağıda yazmalı tarifi güzelce. benim çocukluğum, annemin, mutfak çekmecesinin en alt rafına sakladığı, kahverengi kaplı yemek tarifleri defterini karıştırmakla geçti ne de olsa. taşındığımız her evde, niyeyse çok sık taşınıyorduk, aynı yerini aldı kahverengi kaplı yemek tarifleri defteri. annem artık o zaman, işinden ayrılıp ev hanımı olmuştu ve her ev hanımı gibi, hanım hanımcık arkadaşları arasında düzenlenen bilmemne günlerinde arsızca tüketilen pasta, börek ve çöreklerin tariflerini biriktirmek gibi bir hobi edinmişti. o kahverengi defterde, çocukluğum boyunca asla yemediğim ve muhtemelen de bundan sonra yemeyeceğim, yüzlerce pasta, börek ve çörek tarifi vardı. hepsi, annemin el yazısıyla, sanki yanlarında en estetik inciler haltetmişçesine yazılıydı. ''gülfeza'nın pastası'', ''gülten'in keki'', ''aynur'un su böreği''. zannedersin bu pastayı gülfeza yarattı, bu keki gülten keşfetti ve bu böreği mutfağında sıkıntıdan patladığı sırada aynur icat etti. ömürleri boyunca, doğurdukları evlatları dışında bir şeyler üretmiş olmanın hazzını yaşayamayan kadınlara, bu kadarcık telif hakkını çok görmezsiniz sanıyorum. ben görmedim.

defterin bütün sayfaları, ellerimin yazı yazmak, sayı saymak, tokalaşmak ve ''hoşçakal'' manasında sallamaktan çok daha önemli bir şeye, yemek yapmaya yaradığını keşfettiğim andan itibaren; margarin, kakao, salça ve bir takım yiyecek lekeleriyle süslenmeye başlamıştı. ve annem, her seferinde, soğanları kavurduktan, hamura yumurta kırdıktan, kremaya kakao ekledikten sonra ''afiyet olsun'' dilemişti.

o zamanlar gerçekten de afiyet oluyordu. evde kimse yokken, defteri elime geçirip de hayatımdaki ilk mozaik pastayı yaptığımda da; annem ve babam uzak bir yerlere gitmişken, niyeyse çok sık gidiyorlardı, abimin karnı acıkınca önlüğü belime dolayıp biraz deneysel takılarak hayatımın ilk pirinç pilavını pişirdiğimde de; mutfağa iyice ısındığımda artık nihayet popomdan bir takım tarifler uydurup herbirine birbirinden ilginç isimler verdiğimde de; sevdiğim insanları çağırıp fırın makarna yaptığımda ve tüm borcamı silip süpürdüğümüzde de, afiyet oluyordu.

teyzemin tarifini yazdım. en sonuna, iyi niyetimi belirten dileği ekledim. afiyet olsun bakalım. artık pek olmuyor ama, olduğu kadar.

Pazartesi, Mart 27, 2006

gökkuşağı

tırnakları morarmış. oysa dışarda ılık bir bahar havası var. köşedeki manav, tezgahın önüne en kırmızı çileklerini, en yeşil çağla bademlerini yerleştirmiş. deniz tarafından martı sesleri geliyor. kumrular oynaşıyor. kediler çiftleşiyor. sahi bahar gelmiş. oysa baharın rengi mor değildir. olmamalı.

yüzü sapsarı. oysa içinde bir yerlerde, içinin tam ortasında, beyniyle değil, kalbiyle sevdiği bir adam var. beyninin fişini çekmiş. makinaya bağlı ve bir an önce ölmesi beklenen bir hasta gibi. kalbi ise tıkır tıkır çalışıyor. kalbine giden damarlarda, kan değil, başka bir sıvı var. sarı bir sıvı. iltihap gibi. oysa kanın rengi sarı değildir. olmamalı.

gözleri simsiyah. oysa, dünyanın bütün renklerini seviyor. fosforlu yeşili bile seviyor. fosforlu yeşili nasıl kabullendiyse, herşeyi öyle kabullenmek istiyor. elinde bin bir türlü renk barındıran bir palet ve yüzlerce fırça var. karşısındaki resmi yeniden boyamak istiyor ama, o iğrenç yeşile dokunmayacak. geri kalan yerleri en güzel renklerle boyamalı. ama şimdi resim, palet, fırçaların sertleşmiş uçları, bardaktaki su, herşey simsiyah görünüyor. oysa bu resmin rengi siyah değildir. olmamalı.


sahi, sen hiç gökkuşağı gördün mü?
görmelisin!

Çarşamba, Mart 22, 2006

hiç

ve gökyüzüne baktım...

küçük, kırmızı ve dikenli yıldızlar parlıyordu... denizyıldızları.
derken biri kaydı, arkasında sümüksü bir sıvı bıraktı. midem bulandı, penceremi kapadım.
gördüğün gibi; her şey yer değiştirdi, her şey alt üst oldu.

peki ya sen?
sen bir kayığa atlayıp kanbay körfezi'ne doğru kürek çekmekle kurtulabileceğini mi sandın? seni hindistan bile paklamaz! hele annenin sesi, hiç paklamaz! yine hep o dipte bir yerlerde duran yalnızlığın peydahladı bakıyorum. bütün dünyaya meydan okumaya niyetli. ona karşı çıkabilecek misin? onu altedebilecek misin? buna gücün var mı?

- insanlar, yaşamlarının, olasılıklardan en çok korktukları dönemlerinde aşık olurlar. birisine aşık olabilmek için bu olasılıkların birer engel, zorunlu birer engel olarak algılanmaları şarttır.

- ne?

adam phillips'in osuruktan cümlelerini çözemeyeceğim şimdi. hiçbir şeyi çözemeyeceğim. çok zor geliyor. herşey çok zor geliyor.

hayat devingen bir şey, anlamadın mı hala?
evet, beni seveceksin ama bir gün başka birini seveceksin. evet, şu an mutlusun ama yarın göz yaşı dökeceksin. evet, en kısa zamanda geleceksin ama yine gideceksin. evet, hiç bir şey sonsuza kadar sürmüyor. oysa ben hep öylece durmak istiyorum. sonsuz olmak istiyorum. ya da belki bir hiç olabilirim. hiç olmak, sonsuz olmaktan daha güzel geliyor kulağa.

acaip fikirler dolaşıyor kafamda. yaratıcımın bana bu kadar çok yaratıcılık bahşetmesi hiç adil ama; ne demişler, adalet mülkün temelidir.

Çarşamba, Mart 01, 2006

mamma miaaaaaaa!

mozarella peyniri, pepperoni, dana salam, kıyma, mantar, yeşil biber, soğan ve siyah zeytin mutfakta karşılaşır. başka bir yerde karşılaşmaları mantık olarak imkansızdır zaten. mozarella peyniri herkesi zarif gülümsemesiyle selamladıktan sonra der ki;

- hazır mısınız?

pepperoni, çapkınca göz kırpar ve cevap verir;

- libidom çok yüksek.

derken içeriye kırmızı önlüğü ve aynı renk şapkasıyla aşçı girer. yeşil biberi alıp muslukta soğuk su ile güzelce yıkadıktan sonra ince ince doğramaya başlarken, soğanın gözyaşları çoktan yanaklarından süzülmeye başlamıştır. işte tam bu esnada, telefon çalar ve aşçı ahizeyi kaldırır.

- alo?
- hayattaki en güzel şeylerden biri her işi bırakıp yemek yiyebilmektir.
- kimsiniz?
- luciano pavarotti.*çot*dıııtdııtdııtdııt*




o değil de, aşık iki insanın yatakta pizza yemesi kadar ulvi bir eylem olabilir mi şu hayatta?