bugün oradan geçtim.
sanırım 4 sene evveldi. her gece sabaha kadar oturup duvarları izliyor, ertesi gün öğlene doğru uyanıp kaldığım yerden devam ediyordum. yaz vakti olmasaydı eğer, üzerime en siyahından bir depresyon hırkası çok yakışırdı, eminim. ama yazdı. herkes neşeliydi, herkes cıvıl cıvıldı, herkes coşkuluydu, herkes umut doluydu. ben bitmiştim. ben tükenmiştim. üfleseniz her an her anlamda uçabilirdim.
bir gün uyandım ve oraya gittim. sıramı bekledim. içeriye girdiğimde daha fazla tutamadığım gözyaşlarım doldu taştı. masanın ucundaki kadın bana bakıyordu. çok sakindi. bir kaç soru sordu. bir kaç cevap verdim. samimiyetine asla güvenmediğim bu kadın, o an benim tek kurtarıcımdı. ''bu şekilde daha fazla yaşayamazsın; ölmelisin.'' dese, dinleyecektim. yapabileceğim hiçbir şey yoktu. ama demedi. bir sürü zırvalar saçtı ortaya. hepsini büyük bir dikkatle dinledim. nihayet bittiğinde ayağa kalktım ve teşekkür ettim. artık ağlamadığıma göre gidebilirdim.
viziteyi nakit ödedim.
- aradan 4 sene geçmiş, inanabiliyor musun?
- o günleri hatırlamak sana bir şey kazandırmayacak.
- o günlerle ilgili bir problemim yok ki. benim için geçmiş, geçmiştir.
- ee?
- sadece düşündüm de...
- evet?
- boşver.
bu defa generalin hiçbir suçu yok. yanılıyorsam, başarısızsam, elime yüzüme bulaştırdıysam şayet; hepsi benim yüzümden.
ve fonda duel of the fates çalıyordu.
Pazartesi, Aralık 21, 2009
Pazar, Kasım 29, 2009
here lies arthur the once and future king
aslında ben de çok istedim.
gözlerinin içine baktığım zaman o şeytani pırıltıyı farketmedim mi sanıyorsun? elbette farkettim. ''çok güzelsin.'' derken boynunu usulca öpen bir adama hangi kadın kayıtsız kalabilir ki?
ben kaldım.
ve yatağın sağ tarafından kendimi sıyırıp uyumak için kendi odama gittim.
güzeldi. kelimeleri bir araya getirip anlamlı bir cümle kurmaya çalışarak içine etmek istemiyorum ama; güzeldi. kafamın içinde dolaşan milyorlarca minik soru işaretlerinin cevaplarını bulmayı bir kenara bıraktım ve her anın tadını çıkardım. şimdi müsabakanın devamını bekliyorum. ringe yaslandım ve temiz bir dayak yemeye hazırladım kendimi. ilk sol kroşem nasıl bir şey olacak acaba?
iradem çok sağlamdır demiş miydim?
gözlerinin içine baktığım zaman o şeytani pırıltıyı farketmedim mi sanıyorsun? elbette farkettim. ''çok güzelsin.'' derken boynunu usulca öpen bir adama hangi kadın kayıtsız kalabilir ki?
ben kaldım.
ve yatağın sağ tarafından kendimi sıyırıp uyumak için kendi odama gittim.
güzeldi. kelimeleri bir araya getirip anlamlı bir cümle kurmaya çalışarak içine etmek istemiyorum ama; güzeldi. kafamın içinde dolaşan milyorlarca minik soru işaretlerinin cevaplarını bulmayı bir kenara bıraktım ve her anın tadını çıkardım. şimdi müsabakanın devamını bekliyorum. ringe yaslandım ve temiz bir dayak yemeye hazırladım kendimi. ilk sol kroşem nasıl bir şey olacak acaba?
iradem çok sağlamdır demiş miydim?
Pazartesi, Temmuz 27, 2009
Salı, Haziran 16, 2009
i'm ready
güneş artık tamamen battığı halde, havadaki tatlı turunculuğa bakıp gülümsüyorum. dört bir yanımdan ızgarada pişen balık kokuları geliyor. masama yaklaşan garsondan bir porsiyon kalamar getirmesini rica ediyorum; birama eşlik etmesi için. yaptığı işi yeni öğrenen insanlardaki tedirgin bir heyecanla kalamarımı getiren garsona teşekkür ediyorum ve ekliyorum;
- bu manzara, tek başınayken pek bir şeye benzemiyor mu ne?
son zamanlarda yaşadıklarımdan henüz pek bir şey anlamasam da, hoşuma gitmiyor da değiller. her zamanki gibi canımın istediğini yapıyorum. sadece içgüdülerime kulak veriyorum. onlar sahip olduğum bir kaç yetenekten biri; kaybetmek istemem. ''git.'' dediklerinde gidiyorum. ''sev.'' dediklerinde seviyorum. ''uzak dur.'' dediklerinde uzak duruyorum. ''sakın vazgeçme.'' dediklerinde diretiyorum. ''tamam artık uzatma.'' dediklerinde uzatmıyorum. ''bu saatten sonra bir bok olmaz, vazgeç artık.'' dediklerinde götümü dönüyorum.
dolu dolu yaşamam gerektiğini söylüyorlar bu ara.
yaşamak istediğim o kadar çok şey var ki, nereden başlayacağımı bilmiyorum. sadece hazır olduğumu biliyorum.
- bu manzara, tek başınayken pek bir şeye benzemiyor mu ne?
son zamanlarda yaşadıklarımdan henüz pek bir şey anlamasam da, hoşuma gitmiyor da değiller. her zamanki gibi canımın istediğini yapıyorum. sadece içgüdülerime kulak veriyorum. onlar sahip olduğum bir kaç yetenekten biri; kaybetmek istemem. ''git.'' dediklerinde gidiyorum. ''sev.'' dediklerinde seviyorum. ''uzak dur.'' dediklerinde uzak duruyorum. ''sakın vazgeçme.'' dediklerinde diretiyorum. ''tamam artık uzatma.'' dediklerinde uzatmıyorum. ''bu saatten sonra bir bok olmaz, vazgeç artık.'' dediklerinde götümü dönüyorum.
dolu dolu yaşamam gerektiğini söylüyorlar bu ara.
yaşamak istediğim o kadar çok şey var ki, nereden başlayacağımı bilmiyorum. sadece hazır olduğumu biliyorum.
Salı, Mayıs 12, 2009
öfke
insanların ceplerindeki paranın miktarına güvenerek neşe içinde dolaştıkları büyük alışveriş merkezinden kendimi zor attım. merdivenlerden koşarak indim. uçarak yolun karşısına geçtim. ve ilk gördüğüm dolmuş taksinin içinde buldum kendimi.
izmir'e bahar gelmişti. güneş henüz batmamıştı. insanlar çok sağlıklı, çok neşeli, çok canlı görünüyorlardı.
acaba ben dışarıdan nasıl görünüyordum?
gün içinde sürekli gülümsemeye çalışıyorum. insan çok sevdiği birine çok öfkeli olunca gülümsemeyi pek beceremiyor. zaten adeta bir nil karaibrahimgil şarkısından fırlamışçasına sürekli gülümseyen kızlardan da olamadım hiçbir zaman, biliyorsunuz.
- gülümse! erkekler pozitif kızları sever!
- hassiktirsinler ordan!
dolmuş taksi biraz ilerde duruyor. beyaz gömlekli bir adam biniyor arabaya. başka yer olmadığı için hemen yanıma oturuyor. bacaklarında jean var, ayaklarında da kahverengi spor bir ayakkabı. dikkat ediyorum çünkü adam arabaya bindiği anda bütün bir araba çok güzel bir parfümle doluveriyor. erkek olsam dönüp ''pardon, parfümünüz ne acaba?'' diye soracağım, soramıyorum! bir parfüm bu kadar güzel kokamaz. diğer yanımdaki sarışın kadın beni dürtüyor. dönüp bakıyorum. ''ne kadar güzel kokuyor değil mi?'' hareketi yapıyor. hemen anlıyorum. gülümsüyorum. ''evet farkettim, aynen katılıyorum.'' hareketi yapıyorum. bizden başka kimse bir bok anlamıyor.
son durağa yaklaştıkça, ki son durak 10 dakikadan daha kısa sürüyor zaten, yanımdaki adam cep telefonundan bir arkadaşını arıyor. konak'ta buluşacaklarmış. ''sen de gelsene!'' diyor. opera'nın oralarda bir yerde laflayacaklamrış. gece fazla geç dönmeyeceklermiş; 11, bilemedin 12. o anda birileriyle konuşmaya deli gibi ihtiyacım olduğunu anlıyorum. bir an için dönüp ''ben de gelebilir miyim?!'' diye sormak geçiyor aklımdan. konak'ta bir kafede, hiç tanımadığım 3 insanla oturduğumu hayal ediyorum bir an. şüphesiz ki beni tanımak isteyeceklerdir. soracaklardır; ''kimsin? ne yaparsın? ne yapmak istersin? nerden geldin? niye geldin?''
bütün bu sorulara cevap veremeyecek kadar yorgunum. bu yüzden çok güzel kokan adama hiçbir şey söylemiyorum ve son durakta arabadan iniyorum. çok güzel kokan adam, vapur iskelesine doğru seğirtirken, ben de çarşının ara sokaklarına atıyorum kendimi. köşedeki manavdan yarım kilo çilek alıp eve geliyorum.
hala çok öfkeliyim.
izmir'e bahar gelmişti. güneş henüz batmamıştı. insanlar çok sağlıklı, çok neşeli, çok canlı görünüyorlardı.
acaba ben dışarıdan nasıl görünüyordum?
gün içinde sürekli gülümsemeye çalışıyorum. insan çok sevdiği birine çok öfkeli olunca gülümsemeyi pek beceremiyor. zaten adeta bir nil karaibrahimgil şarkısından fırlamışçasına sürekli gülümseyen kızlardan da olamadım hiçbir zaman, biliyorsunuz.
- gülümse! erkekler pozitif kızları sever!
- hassiktirsinler ordan!
dolmuş taksi biraz ilerde duruyor. beyaz gömlekli bir adam biniyor arabaya. başka yer olmadığı için hemen yanıma oturuyor. bacaklarında jean var, ayaklarında da kahverengi spor bir ayakkabı. dikkat ediyorum çünkü adam arabaya bindiği anda bütün bir araba çok güzel bir parfümle doluveriyor. erkek olsam dönüp ''pardon, parfümünüz ne acaba?'' diye soracağım, soramıyorum! bir parfüm bu kadar güzel kokamaz. diğer yanımdaki sarışın kadın beni dürtüyor. dönüp bakıyorum. ''ne kadar güzel kokuyor değil mi?'' hareketi yapıyor. hemen anlıyorum. gülümsüyorum. ''evet farkettim, aynen katılıyorum.'' hareketi yapıyorum. bizden başka kimse bir bok anlamıyor.
son durağa yaklaştıkça, ki son durak 10 dakikadan daha kısa sürüyor zaten, yanımdaki adam cep telefonundan bir arkadaşını arıyor. konak'ta buluşacaklarmış. ''sen de gelsene!'' diyor. opera'nın oralarda bir yerde laflayacaklamrış. gece fazla geç dönmeyeceklermiş; 11, bilemedin 12. o anda birileriyle konuşmaya deli gibi ihtiyacım olduğunu anlıyorum. bir an için dönüp ''ben de gelebilir miyim?!'' diye sormak geçiyor aklımdan. konak'ta bir kafede, hiç tanımadığım 3 insanla oturduğumu hayal ediyorum bir an. şüphesiz ki beni tanımak isteyeceklerdir. soracaklardır; ''kimsin? ne yaparsın? ne yapmak istersin? nerden geldin? niye geldin?''
bütün bu sorulara cevap veremeyecek kadar yorgunum. bu yüzden çok güzel kokan adama hiçbir şey söylemiyorum ve son durakta arabadan iniyorum. çok güzel kokan adam, vapur iskelesine doğru seğirtirken, ben de çarşının ara sokaklarına atıyorum kendimi. köşedeki manavdan yarım kilo çilek alıp eve geliyorum.
hala çok öfkeliyim.
Pazar, Mayıs 10, 2009
nereye gidiyorsun?*
çocuk...
sil yüzünden tüm yalanlarını bu şehrin.
topla kalbini cadde cadde, sokak sokak.
kazı ayak izlerini birer birer gri kaldırımlarından.
bakma yüzlerine hiç.
görme onları.
çocuk bu kez ağlama.
bu kez git.
gölgeni, ismini sil yavaş yavaş.
giderken bu kentten tükür yüzüne yalnızlığının.
kalbini, kendini sök yavaş yavaş.
giderken bu kentten sakın ağlama,
sus!
unut, ne yaptı sana?
unut, ne söyledi?
unut, ne varsa vazgeçtiğin.
yüzünde korkularla,
içinde çığlıklarla,
kalbinde simsiyahlar,
nereye gidiyorsun?
hep bu şarkılarla,
kıymetsiz dualarla,
utanmaz bir yağmurla,
nereye gidiyorsun?
yolları, duvarları geç yavaş yavaş.
giderken bu kentten bir piç gibi bırak yalnızlığını.
ve o siyah saçlarını kes yavaş yavaş.
giderken, terk ederken savur yüzüne yalnızlığının.
ve unut, ne yaptı sana?
unut, neler anlattı?
unut, ne varsa vazgeçtiğin.
yüzünde korkularla,
içinde çığlıklarla,
kalbinde simsiyahlar,
nereye gidiyorsun?
hep bu şarkılarla,
kıymetsiz dualarla,
utanmaz bir yağmurla,
nereye gidiyorsun?
yüzünde korkularla,
içinde çığlıklarla,
kalbinde simsiyahlar,
nereye gidiyorsun?
bu sahte baharlarla,
kıymetsiz dualarla,
utanmaz bir yağmurla,
yine mi gidiyorsun?
çocuk...
her vedanın ardında bir bekleyeni vardır kimsenin bilmediği.
ve her gözyaşının altında bir dua kimsenin duymadığı.
çevir gökyüzüne başını.
bakma arkana!
daha sert basa basa, daha güçlü,
anlat bu kara şehrin yollarına ak adımlarınla.
gitmek yenilmek değil kazanmak da.
gitmek gitmektir işte,
hepsi bu.
* bir cem adrian şarkısıdır. daha iyisini yazamayacağım için copy paste etmekte bir sakınca görmedim. evet.
sil yüzünden tüm yalanlarını bu şehrin.
topla kalbini cadde cadde, sokak sokak.
kazı ayak izlerini birer birer gri kaldırımlarından.
bakma yüzlerine hiç.
görme onları.
çocuk bu kez ağlama.
bu kez git.
gölgeni, ismini sil yavaş yavaş.
giderken bu kentten tükür yüzüne yalnızlığının.
kalbini, kendini sök yavaş yavaş.
giderken bu kentten sakın ağlama,
sus!
unut, ne yaptı sana?
unut, ne söyledi?
unut, ne varsa vazgeçtiğin.
yüzünde korkularla,
içinde çığlıklarla,
kalbinde simsiyahlar,
nereye gidiyorsun?
hep bu şarkılarla,
kıymetsiz dualarla,
utanmaz bir yağmurla,
nereye gidiyorsun?
yolları, duvarları geç yavaş yavaş.
giderken bu kentten bir piç gibi bırak yalnızlığını.
ve o siyah saçlarını kes yavaş yavaş.
giderken, terk ederken savur yüzüne yalnızlığının.
ve unut, ne yaptı sana?
unut, neler anlattı?
unut, ne varsa vazgeçtiğin.
yüzünde korkularla,
içinde çığlıklarla,
kalbinde simsiyahlar,
nereye gidiyorsun?
hep bu şarkılarla,
kıymetsiz dualarla,
utanmaz bir yağmurla,
nereye gidiyorsun?
yüzünde korkularla,
içinde çığlıklarla,
kalbinde simsiyahlar,
nereye gidiyorsun?
bu sahte baharlarla,
kıymetsiz dualarla,
utanmaz bir yağmurla,
yine mi gidiyorsun?
çocuk...
her vedanın ardında bir bekleyeni vardır kimsenin bilmediği.
ve her gözyaşının altında bir dua kimsenin duymadığı.
çevir gökyüzüne başını.
bakma arkana!
daha sert basa basa, daha güçlü,
anlat bu kara şehrin yollarına ak adımlarınla.
gitmek yenilmek değil kazanmak da.
gitmek gitmektir işte,
hepsi bu.
* bir cem adrian şarkısıdır. daha iyisini yazamayacağım için copy paste etmekte bir sakınca görmedim. evet.
Pazartesi, Mart 09, 2009
ilkbaharda ölmek zordur bilirsin*
lanet olasıca kış mevsimi bitmek bilmedi bir türlü. ilkbaharı özledim. pencereler açıkken duş almayı özledim. götümde küçücük bir şortla uyumayı özledim. akşam hava kararınca kulaklıklardan gelen müziğin kalbimin ritmine eşlik etmesine şahit olarak koşmayı özledim. manavdan aldığım çağla bademleri güzelce yıkadıktan sonra tuza batırıp batırıp yemeyi özledim. havanın mis gibi çiçek kokmasını özledim. çok yakında içine gireceğim tuzlu ve klorlu suların planlarını yapmayı özledim. incecik bir pikenin üzerinde terleyerek sevişmeyi özledim.
hem belki böylece, şu an yaşadığım hayatı çekip gitmeyecek kadar sevebilir ve ona son bir şans daha verebilirdim.
ve fakat, hala yağmur yağıyor.
* bir jacques brel dizesidir.
Pazar, Mart 08, 2009
all my dreams on hold
aslında her şey, haftalar önce izmir'de sokaklarda salak salak dolanırken başladı.
bostanlı'dan geçiyordum. sol tarafımdaki dükkanlara bakıyordum çünkü kedi için mama kabı alacaktım. o sırada o dükkanı gördüm. küçük bir butik pastane. ismini hatırlamıyorum ama vitrinini gözlerimi kapattığımda sanki karşımdaymış gibi tarif edebilirim. rengarenk pastalar vardı. içeride bir kaç küçük masa ve sandalye. birileri gelip uzun uzun otursun diye değil de sipariş verirken ayakta kalmasın diye konmuş gibi. bir kaç dakika boyunca dükkanın önünde durdum. dışarıdaydım ama içerideki kakao ve kremanın birbirine karışmış o güzel kokusunu duyabiliyordum. işte yapmak istediğim iş bu diye düşündüm. evet! hayatımı pasta, kurabiye, kek ve çikolata yaparak geçirmek; paramı bu şekilde kazanmak istiyordum. pasta yapmak ve satmak! bu kadar basit.
çok daraldım. başkalarının parasıyla puluyla uğraşmak, sorguladığım zaman reddedilmek, yaratıcı bir fikir ürettiğimde garipsenmek, küçük bir sorunun dev bir problem haline getirilmesine seyirci kalmak, birbirinden salak insanların talimatlarını yerine getirmek, hayatı zorlaştırmak için çalışmak istemiyorum artık. hayatımı bu şekilde yaşamak istemiyorum.
biraz daha sabreder ve sağlam bir plan yaparsam, olmayacak bir şey değilmiş gibime geliyor. orada öylece beni bekliyor olduğunu bilmek bile güzel.
bostanlı'dan geçiyordum. sol tarafımdaki dükkanlara bakıyordum çünkü kedi için mama kabı alacaktım. o sırada o dükkanı gördüm. küçük bir butik pastane. ismini hatırlamıyorum ama vitrinini gözlerimi kapattığımda sanki karşımdaymış gibi tarif edebilirim. rengarenk pastalar vardı. içeride bir kaç küçük masa ve sandalye. birileri gelip uzun uzun otursun diye değil de sipariş verirken ayakta kalmasın diye konmuş gibi. bir kaç dakika boyunca dükkanın önünde durdum. dışarıdaydım ama içerideki kakao ve kremanın birbirine karışmış o güzel kokusunu duyabiliyordum. işte yapmak istediğim iş bu diye düşündüm. evet! hayatımı pasta, kurabiye, kek ve çikolata yaparak geçirmek; paramı bu şekilde kazanmak istiyordum. pasta yapmak ve satmak! bu kadar basit.
çok daraldım. başkalarının parasıyla puluyla uğraşmak, sorguladığım zaman reddedilmek, yaratıcı bir fikir ürettiğimde garipsenmek, küçük bir sorunun dev bir problem haline getirilmesine seyirci kalmak, birbirinden salak insanların talimatlarını yerine getirmek, hayatı zorlaştırmak için çalışmak istemiyorum artık. hayatımı bu şekilde yaşamak istemiyorum.
biraz daha sabreder ve sağlam bir plan yaparsam, olmayacak bir şey değilmiş gibime geliyor. orada öylece beni bekliyor olduğunu bilmek bile güzel.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)