Pazar, Ocak 13, 2008

çok mutsuzum be blog!

"asıl olan mutsuzluktur...başlangıçta mutsuzluk vardı. hep öyle olacak. hep cehennem, hep anlamsızlık, hep cezalanma. ama bu yenilgi adam edecek gene bizi. yenilginin verdiği haysiyet. her şeyi bitmiş bir insanın bağımsızlığından daha kutsal, daha insanca ne var?...'' *


öncelikle şunu belirteyim: mutsuz falan değilim. yani şu anda değilim. pekala yarın sabah uyandığım zaman olabilirim. belki de olmam. bilmiyorum. bir kaç ay sonra da olabilirim. aniden şirketteki masamda otururken ve yapmak istediğim işin bu olmadığını bir kez daha anlamışken olabilirim mesela. ya da sevdiğim adamın sesi telefonda hasta geliyorsa ve benim kısa zaman içersinde o'nun yanında olabilmemin mümkünatı yoksa olabilirim. ya da en sevdiğim kitabımın üzerine kahve dökülmüşse olabilirim. örnekler çoğaltılabilir. belki de sorun şu: sizin ''ay içimde tuhaf bir sıkıntı var.'', ''keyfim yok.'', ''biraz yalnız kalmak istiyorum.'' ve benzeri şekillerde yansıttığınız ruh halini ben lafı hiç de dolandırmadan direkt ''mutsuzum, evet.'' şeklinde tagliyorum. ve çoğunuz anlayamıyorsunuz bunu. anlamanızı da beklemiyorum zaten. hiçbir zaman beklemedim.


zamanında, bu blog henüz yorumlara açıkken, bir okuyucunun (okuyucu mu? ahjahaja! köşe yazarı sansaydım kendimi?!) ''biraz neşeli olun canım? aaa! hayatı sevin, hayat her şeye rağmen güzel.'' tandanslı yorumundan sonra anlamıştım; insanlar bunu anlamamak bir yana, üstelik bir türlü kabullenemiyorlar da. sanki ''mutsuzum.'' demek bünyemde hiç geçmeyecek lanet olasıca pis bir virüs taşıdığım anlamına geliyor. bütün etrafıma bulaştıracağım bu virüsü. oysa çok mutsuz bir adamla çok mutlu olduğumu söylemem de inandırıcı gelmeyecek size, farkındayım. sanki mutsuz geldim mutsuz gideceğim bu dünyadan. yahu yaşamayı sevmiyorum diyen kim? keşke öyle bir test olsa da, gün içersinde en çok içinden gülümseyip ''eheh. güzel bişey ya hayat. evet.'' diyenleriniz arasında sayısal olarak hatrı sayılır şekilde sizi solladığımı görüp göt olsanız falan ama...yok ne yazık ki. mutluluk dediğimiz şey ölçülebilir bir kavram değil zira. ama anlayamadığınız da şu: permanent de değil. (hah! işte şimdi köşe yazarı oldum.)


siz orda burda ''bıktım mutsuz kadınlardan!'' diye ağlaşırken, ben bir kez daha sadece ve sadece mutsuzluğu kabul edebilecek bir adamla mutlu olabileceğime inanıyorum. bu vesile ile, ''kadınlar'' kategorisinden ''mutsuz kadınlar'' alt kategorisine şahsımı da dahil ettiğiniz için minnettarım.


mutsuz ve zeki olmak değil ki derdim. tek derdim, herkesin mutlu ya da mutsuz, haddini bilmesi.




* turgut uyar

Salı, Ocak 01, 2008

hoşgeldin 8005!?

yeni bir yıla, çoğu insanın girdiği gibi içilen sigaraların dumanından göz gözü görmeyen, patlayan anfiden karşıdakinin ne dediği anlaşılamayan, kadehlerdeki alkol oranından karşıdakinin ne dediği anlaşılsa bile herhangi bir cümle kurulup cevap verilemeyen bir ortamda değil de, evimde girdiğim için, güne oldukça erken ve enerjik başladım. ilk işim, masanın üzerinde duran kremalı mantarlı makarna tabağını çöpe dökmek ve bitiremediğim şarap şişesini buzdolabına koymak oldu. esasen nefis bir şaraptı. fransız kadınları gibiydi. hayatımda hiç bir fransız kadının tadına bakmamıştım ama, öyleydi. kendime sosisli yumurta ve çaydan mütevellit bir kahvaltı hazırlayıp televizyonun karşısına geçtim zira en sevdiğim program başlamak üzereydi: spongebob squarepants! al işte. bir koca yıl daha geçmişti ve benim televizyonda en sevdiğim program hala aptal bir çizgi filmdi.


kahvaltım ve spongebob eşzamanlı olarak bitince, tepsiyi lavabonun içine aynen koyup aldığımdan beri sadece annem geldiği zaman topladığım ve diğer zamanlarda sürekli yatak pozisyonunda kalan koltuğuma yayıldım ve lost'un ikinci sezonunu izlemeye kaldığım yerden devam ettim. sanıyorum 4 ya da 5 bölüm izlemiştim ki, birden canım koşmak istedi. evet evet! koşmak. üzerime montumu ve ayaklarıma koşu ayakkabılarını geçirdim. telefonum çaldı. f. arıyordu. açtım.

- kardeşim! naber?
- ne olsun. nasıl geçti dün gece?
- süperdi! acaip eğlendik. çok içmişiz. şu anda içerde bir kadın var.
- ahah! dünden kalma mı?
- evet abi. gönderdikten sonra bilahare arar anlatırım. sen ne yaptın?
- hiç.
- ne yapıyorsun peki?
- koşmaya gidiyorum.
- koşmaya?


f. ye 1 ocak sabahı herkesin bir adım atacak hali kalmadan uyanmadıklarına, içlerinde pekala benim gibi insanların da olduğuna ve herkesin herkesi olduğu gibi kabul etmesi gerektiğine ikna edip yatak odasındaki kadından bir evvel kurtulması konusunda da şans dileyerek telefonu kapadım. ve koşmaya başladım!

uzun zamandan sonra spor yapmaya başlayınca beden ''noluyor lan?'' tepkisi veriyor ilk dakikalarda. örneğin, dalak şişiyor, kalp deli gibi kan pompalıyor, kulaklar uğulduyor, akciğerler oksijenden boğulacak gibi oluyor ve bacaklardaki kaslar yorgunluktan çığlık atıyor. hiçbirini takmayıp kulağımda bağıran thom'a içimden eşlik ederek koşmaya devam ettim. çamların arasından koştum. muhtemelen liseye yeni başlamış ve el ele tutuşup birbirlerine muzipçe gülümseyerek bankta oturan bir çiftin arasından koştum. muhtemelen birlikteliklerinin birinci yılını doldurmuş ve artık sevişmelerinin tadı çamlıca gazonun gazı gibi kaçtığı için birbirlerinin elini öylesine tutup farklı yerlere bakan bir çiftin arasından koştum. yeşil eşofmanlarıyla 70 yaşından sonra sağlıklı bir hayata merhaba diyen yaşlı bir amcanın hemen arkasından koştum, kendisini geçmek saygısızlık olurdu. belediyenin yaptığı dandik spor aletlerinde ''vici vici'' sesliği eşliğine pedal çeviren başörtülü teyzenin arasından koştum. arabaların, bisikletli iki adamın, basket oynayan acaip yakışıklı bir sarışının, binaların ve diğerlerinin arasından koştum.

tuhaftır ki insan koşarken, daha doğrusu spor yaparken kafasını gerçekten boşaltıyor. çünkü düşünmeye çalıştığım hiçbir şeyin ucunu yakalayamadığımı farkettim. bedenim çalıştıkça zihnim adeta duruluyordu. acaip hoşuma gitti bu. her fırsatta bunu yapmaya karar vererek eve dönmek üzere adımlarımı yavaşlattım.

mahallenin köşesindeki, kapısında dükkanın iç tarafından yazıldığı için ''hoşgeldin 8005'' yazan tekel bayiinin yanından geçerken hala çizgi film izleyecek kadar büyümediğimi ama bazı şeylerin değişmesi için yattığımız koltuklardan kalkmamız gerektiğini bilecek kadar da olgunlaştığımı düşünüyordum. bunca zamandır beklediğim adam gelmemişti. bugün gelmesi gerekiyordu oysa. tam o köşede biraz soluklanmak için durdum. hazır durmuşken, tam o köşede, bütün herşeye katlanıp, şansımı sonuna kadar zorlayıp, kalbimi kanayana kadar acıtıp, en sonunda, yolun artık dönülemeyeceğini sandığım o noktasında, amerikan filmlerindeki süper güçlü kadın karakterlerin o tavır ve aksanıyla ''it's over!'' deyiverdim. sadece o'na değil. o'nun yerine koyduğum herkese. yanlış anlaşılmasın. hepsini sevdim. ama biri hariç, hiçbirini bir kaç ay içinde gerçekten deli divane olacak, vazgeçemeyecek, tapacak, her daim yolunu gözleyecek ve ''it's over.'' diyemeyecek kadar çok sevmedim. bu yüzden belki kısa aralıklarla bir diğeriyle tanıştım, hayatıma buyur ettim, aslında hiç inanmasam da inanmış gibi yaptım.

eve gelince, buzluktan eti çıkarıp patatesleri soymaya başladım. hala nefes nefeseydim. yo hayır, koşmaktan falan değil. sadece aslında tek istediğimin o'nun gelmesine dair kendimi kandırdığımı nihayet görmüş olmanın heyecanıydı. ve hayat en az fransız şarabı kadar güzeldi. yani...sanırım.