Perşembe, Ocak 25, 2007

ulan bu gemiler senin gemilerin mi?*

bulundugum yerden bu sehir cok kucuk gozukuyor. hayir, yuksek bir tepede falan degilim. bilakis gayet deniz seviyesindeyim. hani birini gorursunuz ve ilginizi ceker. kafanizda oyle bir buyutursunuz ki, tanidiktan sonra "bu ne lan? ahahahah!" dersiniz. onun gibi bir sey sanirim. neyse.



otogarlardan nefret ediyorum. sikici, ruhsuz ve yalniz oluyorlar. kimse onlari sahiplenmiyor. yarim saatlik molalarda, sidik torbasini bosaltan, kimbilir hangi canlidan yapilan doneri baska secenegi olmadigi icin mideye indiren ve hemen yan koltukta oturan karinin cenesindan kurtulmak icin okuyabilecegi tum gazete ve dergileri toplayan insanlar gelip geciyor sadece. ben de, buraya gelirken, yine boyle ruhsuz bir otogarin, ne kadar temizlenirse temizlensin pis gorunecek tuvaletinde, klozete tuvalet kagitlarindan elbise yapmis, oturuyorum ve dusunuyorum;


"yalnizlik cok fena."


esasen yalniz degilim. ya da soyle diyeyim; hepimiz yalniziz. ikisi de ayni sey zira.



dun gittim ama yoktu. ne kadar sanssiz bir insan oldugumu unutmusum. bugun icin gitme fikri dolanirken kafamin icinde dun gece, telefonum caldi. bu telefon uzun zamandir boyle calmiyordu. heyecanlandim. o'ydu. kafasi guzeldi. taksim'e cagirdi. gidebilirdim elbette. ama gitmedim. bugun de gitmeyecegim. o'nun hakkinda konusurken gozlerimin parladigini farkettim zira. cok fena. hem de cok fena.



evet. ben sersem bir tavuk olarak, hayatimda belki de ilk defa asktan korkuyorum ve kaciyorum. sebep olanlarin allah belasini versin demek istiyorum ama, sucu baskalarinin uzerine yikacak kadar sersem degilim neyse ki.



ve siradaki parca, butun angutlara gelsin. rober hatemo soyluyor; senden cok var. dinliyoruz.



*baslik, attila ilhan'in "istanbul agrisi" isimli nefis siirinden bir misradir.

Salı, Ocak 02, 2007

son buluşmamız





adam bekliyordu. umutsuzca bekliyordu. sokağın köşesindeki bir elektrik direğine yaslanmıştı ve içinden bir şarkı mırıldanıyordu. ellerinde, çingene bir kadından alınmış ucuz papatyalar vardı. ama çok güzellerdi. papatyalar her zaman böyledir. ucuzdur ama çok güzeldir. derken kadın, sokağın başında göründü. ufak adımlarla yürüyor ve içinden bir şarkı mırıldanıyordu. kendisini bekleyen adamı ve papatyaları gördü. acı bir tebessüm yayıldı dudaklarına. keşke her şey bu kadar zor olmasaydı.


- çok beklettim mi?
- hayır hayır. az evvel geldim.
- iyi bari.
- bu papatyalar senin.
- teşekkür ederim.
- aç mısın? bir şeyler yiyelim istersen?
- hayır. aç değilim. bak. daha fazla zorlaştırmak istemiyorum ama... ben... bu ilişki... yani... olmuyor!
- anlıyorum.
- anlıyor musun? sahiden mi?
- evet. uzun zamandır mutlu değilsin. sen mutlu değilsen, ben de değilim.
- demek anlamıştın.
- anlamamam için aptal olmam lazımdı.
- öyleyse... bu çiçekleri niçin aldın?
- sana çiçek almam için, mutlu olmamız gerekmiyor ki?


kadın ve adam, bir süre yan yana yürüdüler. hiç konuşmadılar. el ele tutuşmadılar. her ikisi de içinden bir şarkı mırıldandı. sonra ufak bir kafeye girdiler ve birlikte son kez yemek yediler. adam, kadının ağzının kenarına bulaşmış ketçapı peçetesiyle sildi. kadın gülümsedi. adamın gözleri doldu. garsondan hesabı istedi. yüklü bir bahşiş bırakıp çıktılar.


adam sol tarafa, kadın sağ tarafa doğru yürümeye başladı. kadın bir an için durdu ve kafasını hafifçe çevirip adama baktı. adam yürümeye devam ediyordu.


ve ikisinin de içindeki şarkı bitti.



- olm, parmağın çıkmış fotoğrafta!
- hadi be?!
- ver makinayı. yeteneksiz!
- ahahahahha!